Gamze Yücesan Özdemir ile 'Proleterlerin Gündüzü' üzerine

Proleterlerin Gündüzü'nün yazarı Gamze Yücesan Özdemir "Bu kuraklık ancak sınıf kültürünü, sınıf bilincini ve gündelik hayatın devrimci praksisini var edecek iletişim süreçleriyle yeşerebilir" diyor.

Özkan Öztaş

Gamze Yücesan Özdemir'in kaleme aldığı Proleterlerin Gündüzü günümüzde işçi sınıfı kültürü ve iletişimi başlığına mercek tutuyor. İmge Kitabevi tarafından yayımlanan ve geçtiğimiz günlerde ikinci baskısıyla okurlarına kısa zamanda yeniden bir merhaba diyen çalışma, hem güncel hem de tarihsel sorular etrafında işçi sınıfının mücadelesi, devinimi ve iletişimi başlıklarında kültürel ve sınıfsal çalışmalara özgün bir katkı sunuyor. 

soL okurlarının köşe yazılarından da aşina olduğu Gamze Yücesan Özdemir, işçi sınıfının bugün yaşadığı sorunları tarihsel ve ekonomik bağlamda ele alırken aynı zamanda iletişim çağındaki "iletişimsizliği" ve buna bağlı olarak işçi sınıfının örgütsüzlüğünü, örgütlenme arayışlarını, geçmiş deneyimleri, kazanımlarını ve bugün içinde olduğu güncel problemleri kadrajına alıyor. 

Gamze Yücesan Özdemir ile son kitabı Proleterlerin Gündüzü çalışmasını soL okurları için konuştuk. 

'Siyasal alanı kimliklere bölmek, kültürel ayrılıklarla parçalamak, farklılıklara ayırmak sınıfı siyasetsiz bırakıyor'

Kitap kritik bir soruyla başlıyor. Sömürü bu kadar artmışken işçi sınıfı neden siyasetsiz?
Ve daha sonra da merceği iletişim ve iletişim araçlarına odaklıyor. Buradan başlayalım. İşçi sınıfı neden siyasetsiz? İletişim araçlarının buradaki etkisi nedir?

Bugün işçi sınıfı ciddi anlamda geçim derdinde ve yaşam mücadelesi veriyor. Artan ekonomik zorlukların ve derinleşen sömürünün altında zorlanıyor. Diğer yandan gündelik hayatın sınıfsal karakteri siyasal alana taşınamıyor. Siyasal alanı kimliklere bölmek, kültürel ayrılıklarla parçalamak, farklılıklara ayırmak sınıfı siyasetsiz bırakıyor. Son otuz senede önerilen piyasa, kimlik, müzakere, etnisite, farklılıkların öne çıkarılması eksenli çözümler apaçık bir şekilde işleri katlanılamaz hale soktu. Ve bugün de geçerlidir dünün emekçileri için geçerli olan. Bu kuraklık ancak sınıf kültürünü, sınıf bilincini ve gündelik hayatın devrimci praksisini var edecek iletişim süreçleriyle yeşerebilir. 

'Otobüs ya da metro, artık, geçmişte olduğu gibi beklenmedik karşılaşmaların, tanımadıklarla şakalaşmanın yeri değil'

İletişim araçlarının yaygınlaşması iletişimsizliği ortadan kaldırmak yerine bilakis bu iletişimsizliği besliyor, büyütüyor, diyorsunuz. Yani bir yanıyla iletişim çağında iletişimsizlik yaşıyoruz. Ama ek olarak buna eşlik eden bir proleterleşmeden söz ediyorsunuz. Bu bağlantıyı nasıl tarif ediyorsunuz? Neler örnek olur buna?

Bir yanda iletişim araç ve imkanları hiç olmadığı kadar çoğalmış durumda. Diğer yanda ise proleterleşme dalgasıyla toplumun geniş kesimlerinin yazgısı ortaklaşmış durumda. Emeğinizi satmadan yaşama imkanlarınız her geçen gün azalıyor, emeğinizi satma zorunluluğunuz her geçen gün artıyor, düzenli iş imkanları her geçen gün daralıyor. Bu tabloda beklenen ise yazgıları ortaklaşanların dert, itiraz ve taleplerinin iletişim yoluyla daha kolay birbirine iletmesi ve daha kolay bir araya gelmeleri. Oysa ki iletişimsizlik artıyor. Metroya ya da otobüse bindiğimizde o kalabalık içinde herkesin yalnız olduğunu görüyoruz. Ya telefonla konuşanlar var ya da telefon ekranlarına bakanlar. Otobüs ya da metro, artık, geçmişte olduğu gibi beklenmedik karşılaşmaların, tanımadıklarla şakalaşmanın yeri değil. Ya da o günkü tek toplumsal bağı bu olabilecek yalnız insanların moralini yükseltecek iletişim zamanı ve mekanı değil.

Kitapta belki de en öne çıkan vurgulardan biri iletişimin sınıfsallığı üzerine. Yani araçlara kim sahipse biçimi de o belirliyor, diyorsunuz. Burjuvazinin iletişimi deyince neyi kastediyorsunuz? Bu iletişim bu düzenin devamlılığını nasıl sağlıyor?

Bu kitapta tam da söylediğiniz gibi iletişimin sınıfsallığını görünür kılmayı amaçladım. Hiçbir toplumsal olay sınıfsal çıkarlardan bağımsız değil. Sınıflı toplumlarda iletişim bu toplumların taşıdığı çelişkileri bünyesinde taşıyor. Bir yanda var olan yapının yeniden üretimini sağlamaya dönük pratikleri içeriyor, diğer yanda ise başka bir dünyayı düşleyenlerin, öfkelerini, hayallerini, sözlerini birleştirmesine ve büyütmesine imkan tanıyor. Sıklıkla başvurulan Marx ve Engels’in “egemen sınıfın düşüncelerinin her çağda egemen düşünceler” olduğu sözleri egemenlerin geniş kitleler üzerinde “kolektif” bir eğilim ve düşünce oluşumunu amaçladıklarına işaret ediyor. Buna egemen iletişim ya da burjuva iletişimi diyebiliriz.

Egemen iletişim yaşamın sürdürülmesini kolaylaştırır, başka türlü bir yaşam olabileceğini düşünmenin yollarını tıkar, egemen sınıfların egemen düşüncelerinin bir biçimi olarak bütün toplumun ortak hayatını belirler. Onun için asıl olan “düzen”dir. Toplumda ortaya çıkabilecek kargaşaya, yıkıcılığa karşı düzenin devamını sağlamak ve mevcut yapının korunmasını ve kendisini yeniden üretmesini hedeflemek egemen iletişimin temelidir.

Sınıfın iletişim 'yaralarından' söz ediyorsunuz kitapta. Nedir bu yaralar? Neden kaynaklanır? Bir de neden bu konu irdelerken özellikle 'yara' kelimesini tercih ettiniz? Kanayan şey nedir burada?

Egemen iletişim egemenlerin iletişimidir ve işçi sınıfında yaralar açar. Sınıfın kolektif eyleme, kolektif üretme ve kolektif direnme süreçlerini zedeler. Bazen insanları karamsarlığa, çaresizliğe iter bazen de doğrudan içine alarak dönüştürür. Nedir bu yaralar? Bireycilik, edilgenlik, tek yönlülük, hiyerarşi, pragmatizm, toplumsal düzeni meşrulaştırma. Bu yaralar sınıfın siyaset üretememesiyle, özneleşememesiyle etki üretir genelde. Kanama metaforu da bugünün kabul edilemez koşulları altında çile çekmek, acı çekmek ama bugünü değiştirme gücünü gösterememe durumuna gönderme yapar.

Kitapta ayrıca Marksizm açısından iletişim-sınıf ya da bir bütün olarak mücadele süreçlerinde kimi sapaklar tarif ediyorsunuz. Bu sapaklar kısaca neler? Bu sapakları ya da yol ayrımlarını tarif ederken neyi gözettiniz?

Öncelikle şunu belirtmeliyim, kültür ve iletişim çalışmalarındaki sol liberal hakimiyet Marksizmin gündelik hayatı, kültürü ve ideolojiyi açıklamakta yetersiz kaldığını söyledi ve söylüyor. Söylüyor da kendisinin ortaya koyabildiği, çözebildiği, hiçbir şey yok. Dünya hakkındaki bilgimizi bir satır bile artırabilmiş değiller. Bu noktada bugün çok net bir şekilde yüksek sesle söylemeliyiz: Sınıfın gündelik hayattan işyerine, yabancılaşmadan siyasallaşmaya, iktisadi varoluştan siyasal/ideolojik varoluşa kadar tüm boyutları Marksist geleneğin konusu, derdi, çabası ve mücadele alanı olmuştur.
 
Buradan hareketle Marksizmin içinde sınıf, kültür ve iletişim tartışmalarını takip edebileceğimiz izlekleri tartıştım: Marksist kültür-emek tarihçileri, siyasal Marksizm, yapısalcı Marksizm, devrimci romantizm, kültür-ideoloji çalışmaları, emek süreci teorisi. Bu izleklerde zaman içinde ortaya çıkan sapakları saptamaya çabaladım. Sapakları Marksist teorinin açıklama, anlama ve dönüştürme edimlerinden ve de en önemlisi devrimci içeriğinden vazgeçme olarak tanımlayabiliriz.

'Bir Marksistin teorisini yapamayacağı tek şey hayal kırıklığıdır'

Gündelik hayatın devrimci dönüşümlerine dair 'iyimser' tarif edilebilecek bir tutum gözetiyorsunuz. Bu konuda gerçekten iyimser misiniz? Ya da neden iyimser olmalı insan? Bugün bu iyimserliği besleyen şeyler neler?

Bir devrimcinin, bir Marksistin teorisini yapamayacağı tek şey hayal kırıklığıdır. İşçi sınıfının geleceğe dönük hayal ve umutları içinde yaşadığımız toplumun beklenti ve umutlarıdır. İşçilerin bugüne dair direngenlikleri, inatları ve yurttaş olarak kabul edilme üzerine kurulu umutları, mücadelenin önümüzdeki dönemde üzerinde örüleceği hatları gösteriyor. Bu hatlar basit olduğu kadar gerçekçi, sade olduğu kadar heyecan verici, net olduğu kadar umut verici. Ülke genelinde zor koşullar işçilerin sınırlarını oluştururken diğer yandan geleceğe ilişkin beklenti ve umutlarının da menzilini belirliyor. Bu sınırların ve menzilin zorlanması, direnme ve talep noktalarının açığa çıkabilmesi, örgütlenebilmesi ise işçi sınıfı iletişimiyle mümkün. Sınıfın imkanlarını yükseltmenin ve parçalanan toplumsallığı koruyabilmenin en önemli olanaklarından biridir bu.

Fatsa, 15-16 Haziran, Tekel...

Sınıfın, bireyin ya da bir bütün olarak işçilerin dönüşümünü tarif ederken bir dizi örnek veriyorsunuz ama iki örneği de merkeze alıyorsunuz. Biri Fatsa diğeri de Tekel Direnişi. Neden bu iki örnek özellikle çalışmalarınızın merkezinde yer aldı? Sizin hayatınızdaki yeri ve önemi nedir? Bir de burayı "Yıldızın parladığı anlar" olarak tarif ediyorsunuz. Bu kavram akıllara hemen Zweig'ı getiriyor. Bir yanıyla Zweig da gündelik olana dikkat çeken yazarlardan. Fatsa ve Tekel'de yıldızın parladığı anlar neler sizce?

Yıldızın parladığı anlar Zweig’ı hatırlatıyor ilk anda haklısınız. Ama kitaptaki yıldız işçi sınıfının mücadelesine gönderme çünkü işçi sınıfının mücadelesi yıldızlara doğru ve yıldızlarla birlikte olmuştur. Kızıl yıldız, beş köşesi ile beş kıtaya başka bir dünya kurma çağrısıdır. Karanlıkta yolunu kaybedenlere gideceği yönü gösterir. Che'nin yıldızlı beresi, başka bir dünyayı kurma iradesinin simgesidir. 1970’li yıllarda bu ülkede de Devrimci Yol hareketinin yıldızlı yumrukları vardır.
 
Yıldızın parladığı anlarda Fatsa var, Tekel var ama 15-16 Haziran, Alpagut ve Yeni Çeltek özörgütlenme deneyimleri, 1966 Çıplak Ayaklıların Yürüyüşü, 1968 “İşçi Arkadaş Üstünü Aratma” eylemi de var. Tüm bu anlar işçilerin sadece hayallere sahip olduklarını değil, aynı zamanda bunu gerçekleştirmeye güçleri olduğunu da gösterdi. Bahsi geçen bu anlarda bir birleşme oldu, emeğin programında, projesinde, özlemlerinde birleşme. “Emek birleştirir sermaye böler” diyoruz ya işte tam buradaki birleşme. Sahibi olduğumuz toplumun egemen ve onurlu varlıkları olarak geleceği hep birlikte her birimiz için kurma serüveninde önemli bu uğraklar. İşçi sınıfının kendisini kurtarırken isteyerek ya da istemeden bütün bir toplumun kurtarıcısı olduğunu gösteren uğraklardan bahsediyorum. Bu yüzden önemli bunlar. Tüm bu anlar farklı bir yaşamın mümkün olabileceğini görünür kıldı, gündelik hayatın devrimci özünü ortaya çıkardı, gündelik hayatı kesintiye uğrattı ve şenliği geri getirdi. Yaşananları unutmamak, duyguyla aklın buluştuğu uzun soluklu umuda da çağrı bir anlamda.

İşçi sınıfının devinimi ve iletişimi konu olunca bir tür "biz olma" duygusuna dikkat çekiyorsunuz. Burayı biraz açar mısınız? Gündelik hayatta ve mücadelede "biz olmaktan" kastınız nedir? Nasıl olunur?

Sınıf kültürü ”biz” olunabildiği anlarda görünür oluyor. Sınıf kültürünün ortaklaştığı duygular, değerler ve ilkeler var ve bunlar geçmişten geleceğe aktarılıyor. “Biz” olabilme hali kolektif eylemlerde, direnişlerde ve grevlerde oldukça görünür oluyor. Bu süreçlerde temel motif ise iletişim. Kolektif eylemler ve yapılar sınıf mücadelesinde etkili oldukça güçleniyor, gelişiyor; sınıf mücadelesinde geri düştükçe de geriliyor. Kolektif eylem için, kolektif davranma yeteneği için geçen yüzyılın nesnel koşullarının artık olmadığı tartışılıyor. Bunu var edebilmenin koşulları önümüzde gerçek sorular olarak duruyor.

Karadeniz'in fırtınalı insanlarının türküleriyle yazıldı bu kitap

Gamze Yücesan Özdemir'in yazılarını ya da bir bütün olarak üretimlerini takip edenler bir vesile kendisinin Karadenizli olduğunu anlıyor. Buna bazen örneklerinde bazen de anekdotlarında rastlamak mümkün. Belki de kendisinin Orhan Kemal ile birlikte en çok duygusunu yansıttığı şeylerden biri Karadeniz. 

Kitabı yazarken de kendisine en çok eşlik eden şarkıların Kazım Koyuncu'ya ait olduğunu söylüyor. Bu ayrıntıyı da "Karadeniz’in fırtınalı, kolay heyecanlanan, birden parlayan insanlarının türküleriyle yazıldı kitap." sözleriyle özetliyor. Sanat mevzusu kitabın içinde de özel olarak ele alınıyor. Sohbetimize kitabın bu bölümüyle devam ediyoruz Karadeniz parantezinden sonra.

'Son yıllarda işçilere dair sanat zayıflıyor'

Sınıfın sanatından söz ediyorsunuz kitabın sonlarına doğru. Bir sürü örnek var. Kitaplar, gazete yazıları, filmler, şarkılar ve daha nicesi. Bir yandan kıymetli de bir derleme olmuş okur açısından. Peki bugün. Sınıfın sanatı konusunda ne düşünüyorsunuz? Üretimleri nasıl buluyorsunuz? Nicel ve nitel açıdan değerlendirdiğinizde bugün geçmişin tekrarı ya da nostaljisi diyebileceğimiz ürünlere daha sık rastlıyoruz gibi geliyor bana. Bugüne ayakları basan üretimler neler sizce?

İşçi sınıfı için sanatın her dalı kıymetlidir. Çünkü “anlatılmaya ve okunmaya değer” bir hayatları olduğunu görmek ve daha iyi bir yaşam arzusu onları güçlendirir. İşçi ve emekçilerin gündelik hayatları, dertleri, sevinçleri, umutları, mücadeleleri ve kavgaları sanat eserlerinde, romanlarda, filmlerde, şarkılarda yer bulur. Kültür-sanat ürünleri işçilerin gündelik hayatlarını ören düşünsel, duygusal ve toplumsal davranış ve deneyimlerinde iz bırakırlar. Kendine dair bir imgeye sahip olmak, az şey değildir.

Son yıllarda işçilere dair sanat zayıflıyor, onlar hakkında çok az roman yazılıyor, çok az film çekiliyor. İşçileşme hızla devam ederken bu azalmayı nasıl anlamak ve açıklamak gerekiyor? Aydınların, edebiyatçıların, film yönetmenlerinin, senaristlerin kaleminde ve kamerasında işçiler neden daha az yer alıyor? Bu sorulara cevap vermek çok önemli kuşkusuz ama ben kitapta tüm soruları yanıtlama iddiasından çok üzerine düşünme ve tartışma çağrılarını amaçladım.

'Devrim internetten yayınlanacak'

Ve dijital kültür ve dijital iletişim araçları. Sanki bugünün mücadelesinde dijital araçlar ya hiç önemsenmeyen ya da mutlaklaştırılan bir sarkaçta salınıyor gibi. Bu açıdan da bir "doğruda durma" ihtiyacı var sanırım. Ne görmezden gelen ne de hayatın "gerçekliğinden" kopan üretim ve araçsallaştırma ile ilerlemeli belki de. Siz nasıl bakıyorsunuz? Ya da kitaptaki sorusuyla devrim internetten yayınlanacak mı?

“Dijital teknolojileri ya hiç önemsenmeyen ya da mutlaklaştıran bir yaklaşım var” diyerek çok güzel tanımladınız yaşadıklarımızı. Ve “doğruda durma” ihtiyacına vurgu yaptınız. Dijitalleşmeyi tartışırken önemsemeyen ya da mutlaklaştıran tüm yaklaşımlarda teknoloji ve toplum ilişkisinin bir belirlenimcilikle açıklanması var. Teknolojik belirlenimcilik, toplumsal değişimin temeline teknolojik gelişmeleri koyuyor, teknolojinin değiştirme potansiyelini her şeyin üzerinde görüyor ve onu “engellenemez bir güç” olarak algılıyor. Teknoloji, toplumsal dönüşümün baş aktörü olarak diğer unsurları (iktisadi, siyasi ve ideolojik) belirliyor.

Doğruda durma ise, tarihsel maddeci bir teknoloji kavrayışına işaret ediyor. Bu yaklaşıma göre toplum sınıflardan oluşan tarihsel ve toplumsal bir bütünlük ise teknoloji de bu bütünlüğe içkindir. Tarihsel maddeci yaklaşım içinde hem teknoloji hem de teknolojik pratikler taraflıdır. Yani teknoloji toplumsalın içinde belirleyen değil belirlenen konumdadır. Bugün insanlığın elindeki bilimsel ve teknolojik birikim, işçilerin ve emekçilerin, toplumun zihinsel üretimini ortak çıkarlar için örgütleyebilmesine imkan tanıyor. Tüm insanları ilgilendiren bilginin açık ve kolay erişilebilir olması, insanların kendi kendilerini yönetmeleri konusunda geçmişte var olmayan bir imkana da işaret ediyor. Bu ise ancak sınıf mücadelesi perspektifiyle mümkün. Aksi takdirde emekçilerin kolektif üretkenliği kendisini bir anda burjuvazinin hizmetinde bulabilir. Öyleyse şunu diyebiliriz: Toplumsal muhalefet alanı ancak sınıf mücadelesi olarak örüldüğünde ”devrim internetten yayınlanacak.”

Kitap boyunca bir usta öğretmen ya da yazılı kağıdının başında ciddiyeti ile gülümseyen bir hoca gibi Orhan Kemal'e rastlıyoruz. soL'daki köşe yazılarınızda ve kitabın girişinde de buna dair anekdotlara alışkın aslında okurlar. Ama ben biraz daha açmak istiyorum bunu.
Orhan Kemal... Hem kitabın durduğu yer yani işçi sınıfının iletişim araçları açısından nerede duruyor. 

Evet Orhan Kemal… Yazdığı her satırla benim hayatımda olduğu kadar bu kitapta da yer alıyor. Onun insanları, benim insanlarım oldular hep. Orhan Kemal bu memleketin insanına değer verir, kendisini onların içinde ve onların parçası olarak tanımlar. Onların geçim derdi, gelecek derdi, çocukların eğitimi ve sağlığı onun derdidir. İşçiler, emekçiler, cesaretleriyle, korkaklıklarıyla, neşeleriyle, öfkeleriyle gerçektirler Orhan Kemal için. Onun edebiyatını eşsiz kılan kapkara, korkunç, kederli gerçeklikler içinde parlayan umuttur. Çünkü memleket insanı cesareti, korkaklığı, çelişkisi, naifliği, sevinci ve üzüntüsü geleceği kuracak olandır. Bugünün Orhan Kemallerini arıyoruz. Ve biliyoruz ki ancak ve ancak sol kendini yeniden memleket insanının içinde tanımladığında yeni Orhan Kemaller de çıkacak.

'Bu da benim diyalektik çelişkim olsun'

Söyleşimizi bitirirken Gamze Yücesan Özdemir ile Orhan Kemal'e geliyor söz yine. Söyleşi için seçtiğimiz fotoğrafa bakarken sol omuz başında yine Orhan Kemal beliriyor. Orhan Kemal'in okuma şansı olsaydı ne derdiniz ona diye sorunca önce bir duraksıyor ve düşüncelere dalıyor. "Hiç böyle düşünmemiştim. Ama kitabı ona uzatırken, 'Sizinkileri yazmaya çalıştım' derdim herhalde. O da sanki gülümser ve sanki 'Evet, benimkiler' derdi." diyor.

Kütüphanede ve evinin çatı katındaki çalışma odasında sabahın ilk ışıklarını selamlarken tamamladığı çalışmasına en çok tükettiği kahveler eşlik etmiş. Bir yandan gülüyor bunu anlatırken "Hem işçi sınıfı hem de Karadeniz çay diyor ama ben kahve içerek yazdım. Bu da benim diyalektik çelişkim olsun." diyor. 

İşçi sınıfının yeni iletişim biçimlerinin doğuracağı yeni Orhan Kemaller'in iyimserliğiyle bitirdik sohbetimizi. Okuru çok olsun.