"Erst kommt das Fressen, dann kommt die Moral"

DÜNYA SOLA DÖNÜYOR - BALKANLAR ve ORTA AVRUPA Yazıları

2008 yılının son çeyreğinden itibaren, kimi ekonomistler ve politikacılar tarafından daha 2002 yılında öngörülüp çeşitli platformlarda dile getirilen kriz uyarıları sonunda ciddiye alınmaya başlandı, hatta dünya ekonomisinin kriz içinde olduğu bazı ülkelerin hükümetleri tarafından resmi olarak deklare edildi. Bazı ülkelerin hükümetleri ise -ki bu konuda Polonya başı çekmektedir- kendi ülkelerinin bu krizden etkilenmediği konusunda başlarda oldukça iddialı olmasına rağmen, ilerleyen aylarla beraber krizin küresel etkilerinin kendi ülkelerini de etkilediğini söylemeye başladılar. Bu noktada cevaplanması gerek bazı sorular ortaya çıkıyor, özellikle büyük bir kısmı 2004 yılında Avrupa Birliği (AB) üyesi olan Doğu Avrupa ekonomilerinden bahsediyorsak.

Kapitalist bir ekonominin krize girdiğini iddia etmek -ne yazık ki Türkiye'de ve dünyada birçok solcu bu hataya düşmektedir-, aslında o ana kadar ekonominin bazı eksikleri olsa bile temelde düzgün işlediği varsayımını beraberinde getirir. Sosyal demokratların böyle düşünmesi normal karşılanabilecekken, sosyalistlerin kriz söylemini öne çıkartmaları ve hatta kitlelerin ekonomik kriz sırasında sola yanaşacağı umudu içinde olmaları gerçek durumla bağdaşmıyor. Özellikle sınıf mücadelesinden uzaklaşmış sol partilerin birden bire yoksulların, ezilenlerin haklarını savunmaya başlıyor görünmeleri zaten halk tarafından kandırmaca olarak algılanıyor. Bunun en son örneğini Avrupa Parlamentosu seçimlerinde görmüş olduk. Sol, bu seçimlerde oyları artan sağ partileri ve daha önemlisi kitlelerin soldan kaçıp neden sağ partilere oy verdiğini analiz ederken yaptığı hataları tekrar ettiği, bu partilere oy veren kitlelerin sıkıntılarını, AB nedeniyle karşı karşıya kaldıkları sorunları anlamadığı ve içi boş bir ırkçılık karşıtlığı ile bu kitlelerin önüne çıktığı sürece ırkçı, faşist ya da popülist partilerin oylarının arttığını okuyup, konuşmaya devam edeceğiz.

Doğu Avrupa ekonomilerinin son kriz bağlamında değerlendirilmesinin bir başka sakıncalı yanı ise, AB'nin bu ülke ekonomilerinde yarattığı yıkımın faturasının krize çıkartılarak AB'nin aklanması olacaktır. Doğu Avrupa ülkeleri 2000 yılına kadar yıllık %60 ila %600 enflasyon oranlarıyla yaşadılar. Tüm Doğu Avrupa ülkelerinde endüstriyel üretim düzeyleri yarı yarıya azalırken, bu ülkelerin tüm önemli sanayi kuruluşları ve finansal yapıları Batı Avrupa, ağırlıklı olarak Avusturya ve Alman tekellerinin eline geçti. Bu ülkelerin dış borçlarının gayri safi milli hâsılaya oranları %75 ila %137 arasında değişmektedir. Bu ülkelerin AB sayesinde geliştiği iddia edilen ekonomilerindeki canlanmanın nedeniyle, Türkiye'de geçtiğimiz 8 sene içinde yaşanan ekonomik gelişmelerin nedeni aynıdır: dış borç.

Aynı Türkiye'de olduğu gibi bu ülkelere akan finans sermayesi, bastırılan kur fiyatları ve yüksek faizin getirisinden yararlandı ve bu süre içinde Doğu Avrupa ülkeleri sanal bir ekonomik cennet yaşadı. Aynı Türkiye'de olduğu gibi tüketici kredisi almak için cep telefonunuzdan mesaj atmanız yeterli olmaya başladı. Bankalar ve diğer finans kuruluşları aynı Türkiye'de olduğu gibi yabancıların eline geçmeye başladı. Örneğin Polonya'nın finans siteminin %75'i yabancıların eline geçti ve finans kurumları karlarını yurtdışına transfer ettiği için azalan likidite yurtdışından alınan sendikasyon kredileri ile sağlanmaya çalışıldı. Böylece tüketim ve dış borç sarmalına giren bu ülkeler, bir süre sonra Avro bölgesine girmek için paralarının değerini Avro'ya sabitlediği için kendi ekonomik kaderlerini belirleyen kararları alamaz hale düştüler.

Buraya kadar anlatılanlar, Avrupa Birlikçilerin sol kanadının iddiasını, Birliğin ekonomi politikasının yanlış olduğunu doğrulamakta fakat bu kanat hem adaylık sürecinde hem de AB üyesi olunduğunda sendikal haklar, insan hakları ve sosyal haklar konusunda iyileşmeler yaşanacağına inanmaktadır. Bu konuda yeni AB üyesi Romanya'dan bir örnek verelim: 1999 yılında Romanya'nın Valea Jiului bölgesindeki madenciler liberal hükümetin politikalarını protesto etmeye başladılar. 10.000 madenci, Bükreş'e doğru yürüyüşe geçtiğinde, madencilerin üstüne ordu birlikleri yollandı ve sonrasında maden sendikası başkanı Miron Cozma 18 yıl hapse mahkûm edildi. 2005 yılında serbest bırakılan Cozma, 3 ay sonra yeniden hapse atıldı.

Romanya'da yaşanan örneğin benzerleri başka birçok ülkede yaşanmaktadır. İnsanlar her zaman tekeller lehine işleyen AB politikaları nedeniyle işlerini kaybetmekte, bu durumdaysa yanında AB sevdalısı sosyalist/komünist partileri ya da sendikaları değil, ırkçı ve faşist partileri bulmaktadır. Bu durumdaki bir insanın ırkçı ve faşist partilere oy vermesini ayıplamaktansa, bu duruma neden gelindiğini anlamak için solun kafasını kumdan çıkarması gerekiyor.