Emekçilerin sermayedarların bu “yardımseverlik” teklifini ellerinin tersiyle itmekten başka çareleri yok.

Parayla her tür ayıp örtülür mü?

İki gün önce 23 Nisan’dı ve çocukların yaşam koşullarına dair bir dizi istatistik, veri ve bilgi paylaşıldı basında. Ne dünya ne de Türkiye çocukların bugünü ve yarınına dair çok parlak bir manzara sunmuyor. Denk geldiğim bir haberde bu manzaraya dair kimi sayı ve verilere değiniliyor devamında ise Türkiye’de kaç şirketin çocuklara dönük yardım projeleri hayata geçirdikleri ve bunların detayları büyük bir övgü ile anlatılıyordu.

Çocukların karşı karşıya oldukları sorunlara dair soL Haber Portalı’nda da bu hafta önemli yazı, haber ve değerlendirmeler yayınlandı. Ben ise sermayedarların “yardımseverliği” konusuna değinmek istiyorum. Çeşitli dönemlerde ve kimi vesilelerle basın kuruluşlarında haberlere denk geliriz. Şu sermaye kuruluşu ya da onun desteklediği şu sivil toplum kuruluşu şu kadar yardımı ihtiyaç sahiplerine ulaştırdı; gençler için, kadınlar için, çocuklar için, engelliler için, depremzedeler için diye. Bu örnekler bazen kimi toplumsal kesimlerin ötesine geçer ve dünyaya, ülkeye, doğaya karşı sorumluluğun gereği olan faaliyetler olarak da sunulur.

Bunda ne var, ne güzel diye düşünenleriniz vardır belki...

Sermayedarların bu “yardımseverliklerinin” sorgulanması gereken bir dizi anlamı var. Kastettiğim bu sayede hangi vergi indirimlerini aldıkları, hangi cezalardan kurtardıkları da değil.

Yardımlaşma kavramından başlamak gerek sanırım. İnsanların birbiriyle dayanışması, birbirlerine, yani parçası oldukları topluma sahip çıkmaları hem çok değerli hem de zorunlu. İnsan toplumsal bir varlık, toplum olarak hareket etme kabiliyetini eksilten her şey onun varlık koşullarını da aşındırıyor. Yardımlaşma bu anlamda bir birliktelik, kader ortaklığı, karşılıklı bir ilişkilenme anlamını da barındırıyor.

Sermayedarların “yardımseverliğinin” ise yardımlaşma ve dayanışma kavramlarının çağrıştırdıklarıyla hiçbir alakası yok.

Onlar ortada duran bir dizi sonuçla, toplumsal ve doğal hayatta ortaya çıkmış kimi mağduriyet konularıyla ilgili güya kimi yardım projeleri hayata geçiriyorlar. Ve bunu yaparken de o kadar özgüvenli ve pişkinler ki yeri geldiğinde kapitalizmin dünyayı ne hale getirdiğini dillendirmekten bile çekinmiyorlar. Bu düzenin üzerine kurulduğu temel eşitsizliği ve onun sonucu olarak ortaya çıkan eşitsizlik ve sorunların kökeninin sorgulanmaması için ise ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. “Yardımseverlik”, “sosyal yardım” vb. kavram ve projeler de tam burada devreye giriyor.

Çocukların karşı karşıya olduğu sorunlara yukarıda da değindik; çocuk işçiliğinden, çocuk gelinlerden, tarikatların çocuklarımıza nasıl musallat olduğundan dem vurabiliyorlar. Ama fason işletmelerde, merdiven altı atölyelerde ya da çocuk işçiliğinin yoğun olduğu başka ülkelerde açtıkları fabrikaların sorumluluğunu asla taşımıyorlar. Toplumun boyun eğmesinde etkili bir unsur olarak kullandıkları, iç içe geçtikleri, el altından fonladıkları, bağlarını her daim sıkı tuttukları tarikatlarla asla köprüleri atmıyorlar.

Yoksulluktan, işsizlikten ve açlık tehdidinden söz ediyorlar. Ama insanların emeğinin karşılığını alması ya da belli temel haklara sahip olmasını ekonomi için bir tehdit olarak sunmaktan çekinmiyorlar. Hakkını arayan emekçilere aba altından sopa göstermekten, işçilerin emeğinin hakkını istemesini açgözlülük diye karalamaktan geri durmuyorlar.

Doğal yaşamın tahribatı konusunda da ya üç maymunu oynuyor ya da yine karşımıza kimi maliyet hesapları ve ülkenin bekası gibi palavralarla çıkıyorlar. Kendi aç gözlülükleri ile ülke kaynaklarının yağmalanmasını, daha çok kâr elde etmek için büyük bir arsızlıkla doğanın tahrip edilmesini kendilerinde hak görüyorlar.

Ortada sermayedarlar adına büyük bir ikiyüzlük ve utanmazlık olduğu açık. Aslında bu düzeni temsil eden ve savunan tüm unsurlar açısından bu böyle. Dünyayı, doğayı, insanı, insani olan her şeyi akıl almaz bir arsızlıkla yok ediyorlar.  Sonra karşımıza çıkıp  “iyilik” adına “yardımseverlik” kampanyaları düzenliyorlar. Onların ifadeleriyle “farkındalık” yaratmak üzere sorunlara parmak basıyorlar.

Elbette sermayeninin ya da daha genel ifadesi ile ezenlerin bu “yardımseverlik” pratikleri sadece bugünün konusu değil. Kapitalizmin tarihi benzer örneklerle dolu: Sömürgeci güçlerin sömürge topraklarında dinsel örgütlenmeler üzerinden yürüttüğü misyoner faaliyetleri, 18. yüzyıl Avrupa kıtasında emekçi mahallelerinde yaygın olarak faaliyet yürüten aş evleri... Örnekler çoğaltılabilir.

Bunların karşısında ise işçi ve emekçilerin insanca yaşayabilmek için verdiği mücadeleler, bu mücadeleler sonucunda elde edilen hak ve kazanımlar var.

Sermaye düzeni ise hâlâ emekçilere “yeter ki mücadele etme ben senin mağduriyetlerin konusunda yardımcı olurum gerekirse” diyor.

Emekçilerin sermayedarların bu “yardımseverlik” teklifini ellerinin tersiyle itmekten başka çareleri yok.

İki gün önce Lezita işçisi kadınlarla Kadın Dayanışma Komiteleri’nin İzmir’de gerçekleştirdiği etkinlikte Lezita işçisi bir kardeşimizin hangi koşullarda çalıştığını aktaran sözleri sermayedarların nasıl bir iki yüzlülük içinde olduğunu ve işçilerin yanıtının ne olması gerektiğini çok açık özetlemiyor mu?

Lezita işçisi Ayfer Gedikbaş: “10 senelik kesimhane işçisiydim. Hep iş çok ama eleman az. Son günlerde biz bittik artık. Günde 3 yere 4 yere geçirdikleri oluyordu bizi. Arkadaşlarımız hasta oluyor, rapor alıyor, 'neden rapor aldın' diye soruyorlar. Bize hep böyle baskı uyguladılar. Kararımı verdim, greve çıkacağım hakkımı arayacağım dedim. Zaten biz 10 senede bitmiştik.”

Bitmemek, insanlığımızı tamamen yitirmemek için mücadele etmemiz gerekiyor. 

Sermayedarların sadaka ve yardımlarıysa en fazla işledikleri suçları örtmeye hizmet ediyor.