Rüzgardan rant çıkarmak: Karaköy-Kabataş hattında İstanbul Boğazı

Karaköy ile Kabataş iskeleleri arasındaki kıyı hattı boyunca yürürseniz, aşağı yukarı 100 adımlık alan haricinde boğazı görebildiğiniz, rüzgarını hissedebildiğiniz bir alan kalmadığını göreceksiniz.

Efe Ardıç

Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi. İlginçtir, Türkiye’ninki gibi üniversite adlarının sık geçtiği bir yakın politik tarih yazımında adına pek de sık rastlanmayan bir kurum. 

İnsan hayret ediyor. 100 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca hiç mi dert edinmemiş bu akademinin öğrencileri memleket meselelerini? Hiç mi yüreklerinde hissetmemişler aydınlık bir Türkiye arzusunu? Ya da hiç mi isyan etmemişler çini mürekkebine, tuval fiyatlarına gelen zamlara?

Durum böyle değil tabii ki. İstanbul’un göbeğinde, ülkenin genel politik atmosferinden izole kalabilen bir kampüs, binasının da eski Meclis-i Mebûsan binası olduğunu hesaba katarsak, hayli trajikomik bir durum olurdu.

Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri de özellikle 1960 ve 1970’lerin güçlenen yurtsever ve aydınlanmacı damarından pek tabii nasiplerini almışlardır. 

Az iş midir akademiyi faşist saldırılardan korumak? Ya da kampüs önünde, Meclis-i Mebusan caddesinde trafiği kesip Amerikan bayrakları yakmak?

Hem derdini geniş kitlelere anlatmak isteyenler için eli sanat işlerine yatkın olanların özel bir önemi vardır. Akademi öğrencileri hiç uykusuz kalmamış olabilirler mi teksir makinalarının başında bildiri çoğaltılan gecelerde? Pankart boyarken atölyeyi kaplayan boya ve tiner kokusundan hiç yanmamış olabilir mi gözleri?

***

1960’ların sonlarına geldiğimizde o öğrencilerden biri de Ferhan Şensoy’du. Taşkışla’da öğrenci forumlarına katılan, eylemlerde Türkiye’nin tam bağımsızlığı için haykıran, bildiri ve afişleri hazır etmek için dernek odalarında sabahlayan bir Akademi mimarlık öğrencisi.

O öğrenci 12 Mart Muhtırası ardından bir sabah, kapısında polislerin, askerlerin beklediği akademinin damına çıkıyor.

Kendisinden iki sene önce Türkiye’nin ilk pandomim sanatçılarından olan Ergin Kolbek’in çıktığı ve cebindeki ödenememiş senetleriyle birlikte atlayarak intihar ettiği dam.

Şensoy çıkıyor ve tam da Kolbek’in kendini boşluğa bıraktığı noktadan elindeki Dev-Genç bildirilerini savuruyor gökyüzüne. Bildiriler boğaz rüzgârı ile savruluyor. 12 Mart karanlığını delip ulaşıyor İstanbul’a. Tabii o zamanlar, İstanbulluların hâlâ daha bir boğaza sahip olduğu zamanlar.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı

***

Bugün Güzel Sanatlar Üniversitesi'ni de içinde barındıran Karaköy İskelesi ile Kabataş İskelesi arasındaki kıyı hattı boyunca yürürseniz, Karaköy iskelesinden çıktıktan sonraki aşağı yukarı 100 adımlık alan haricinde boğazı görebildiğiniz, rüzgarını hissedebildiğiniz bir alan kalmadığını göreceksiniz. İskeleden çıktıktan kısa bir süre sonra karşınıza lüks Peninsula oteli, hemen ardından üniversiteye kadar olan alanın tamamını kaplayan dev AVM Galataport çıkıyor.

Galataport projesi neredeyse AKP iktidarı ile yaşıt. Beyoğlu ve çevresini turizm ve kâr ekseninde dönüştürmeyi hedefleyen geniş bir talanın parçası. Projenin önü Beyoğlu Kentsel SİT Alanı Koruma Amaçlı İmar Planı ile açılmıştı. Aynı plan Taksim Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası’nın yeniden inşasının zeminini de oluşturan plandır. Haliyle pek de cevapsız bırakılmış bir talan değildir bahsettiğimiz.

Beyoğlu ve çevresi diyoruz, Galataport AKP’nin kötü şöhretli Beyoğlu Kültür Yolu projesinin başlangıç noktası olarak tarif ediliyor. E kötü şöhretli diyoruz çünkü Atatürk Kültür Merkezi'ne kadar uzanan yol, geçtiği yerlerde kentin kültürel mirasının yıkımına yol açtı. 

Galataport

Galataport da farklı değil. AVM’nin yapımı için tarihi Karaköy Yolcu Salonu ve Paket Postanesi yıkılmıştı. Yıkılmayanlara da el koydu Galataport. Tophane-i Amire Sancak Kulesi mesela artık AVM sınırları içerisinde kalıyor, boğazın havasıyla birlikte…

“Aman canım sen de” demeyin, “boğaz havası almak isteyen girer Galataport’a alır havasını”. Öyle olmuyor işte. Konu kentin doğal akışında boğazın kapladığı yer ile alakalı zaten. 

İnsan hissediyor nerede misafir olup olmadığını. Kamuculuk o yüzden de gerekli ya zaten, insan kendi şehrinde misafir hissetmesin diye. İki güvenlik kontrolünden geçerek alınan boğaz havası ne İstanbul’a aittir ne de İstanbullulara. Ait olmadığını da hissettiriyor zaten. Hiçbir şey değilse evinden kendi semaverini getiren amcaların yokluğu işkillendiriyor insanı.

***

Kültür yolundan bahsetmişken Galataport’un sahipleri de pek memnun yaşattıkları kültür-sanat deneyiminden. İstanbul Modern’e ek olarak İstanbul Resim Heykel Müzesi (İRHM) de AVM’nin bünyesinde bulunuyor. 

İstanbul Resim Heykel Müzesi

İRHM ülkenin önemli müzelerinden. Yönetimi pek gergin. Güvenlikleri daha gergin. Müzenin nerede bittiği, AVM’nin nerede başladığı belli değil. Turist kafilelerinin AVM’nin kahvecilerinde otururken müzenin içine bıraktıkları yığınla çantalardan, AVM’ye ulaşmak için müzenin içinden geçen ayaklara… AVM’nin en ulaşılabilir tuvaletinin müzenin içinde olması da pastanın üzerindeki çilek! Müşteriyi mi memnun edeceksin? Müzedeki koleksiyonunu mu koruyacaksın? Gergin olmamak elde değil. Müzecilikle AVM'cilik pek de uyuşmuyor birbirine.

***

Galataport’un sınırları üniversiteye varınca bitiyor. Buraya kadar olan AKP’nin hikayesi. Üniversiteden sonra Kabataş’a doğru devam ettikçe İmamoğlu’nun hikayesi başlıyor. Üniversitenin hemen bitişiğinde avuç içi kadar bir park ve bu “turizm coğrafyasıyla” uyumlu lüks bir kahvaltıcı bulunuyor. Yolun kalanında size üstü İmamoğlu afişleri ile kaplı tahta şantiye duvarları eşlik ediyor. Sonunda iskeleye varmadan önce yeni açılan Kabataş Meydanı’na varıyorsunuz. İlk bakışta Kent Lokantaları ile kamucu bir düzenleme gibi gözüken meydan, bölge için tasavvur edilmiş turizm tasarımından kendini koparamıyor. Boğaz’ın kentten koparılmasının bir diğer adımı oluyor sadece. Meydan düzenlemesinin parçası olarak yükselen yapıya tırmanmadan boğazı göremiyorsunuz. 

Tırmanıp boğaza bakabildiğiniz alan dar bir alan. Uzun vakit geçirebileceğiniz bir alan değil. Ancak yükseklik daha güzel bir manzara sağlıyor. Yani yapı, boğazı kentten kesip turistik bir fotoğraf çekilme alanı olarak bizlere geri sunuyor. AKP de CHP de aynı sermaye aklı ile kenti elden geçiriyor.

***

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Kampüsü

Hiç şaşmaz, her eğitim-öğretim yılının başında Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde Fındıklı Kampüsü'nün taşınacağına dair dedikodular çıkar. Dedikodular ne kadar asıllıdır bilmesi zor. Ancak kıyı hattına dair belli bir doğrultu gözlemlenebiliyor.

Boğaz birilerinin turizm üzerinden edeceği kâr için, İstanbul’un bu bölgesinden koparıldı. Artık Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencileri için de kampüslerinde bulunan rıhtım, içinde yaşadıkları kent bütünlüğünün bir parçası değil, ondan kopuk bir ayrıcalık olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. 

***

İstanbul, emekçilerine bir kent yaşantısı sunmayı her geçen gün daha da beceremez hale geliyor. Ortak yaşam-eğlence, kültür sanat alanlarının pahalılıktan erişilemez hale gelmesi, iş/okul ile evler arasındaki mesafelerin gittikçe artması… 

Sabah işe gitmek için “şehre inen”, okuldan çıkınca uyumaya “köyüne dönen” milyonların şehri artık İstanbul. Yüksek konut kiralarından fahiş tiyatro ücretlerine, temel sorun kent yaşamının kimin çıkarına göre planlandığı. İstanbul’da çalışan-okuyan milyonlara göre mi? Yoksa boğaz havasından bile elde edecekleri kârı hesaplayan patronlara göre mi? Bu temel soru kapıya dayandığında ne bu örnekte ne de kentin kalanında muhalefet, iktidardan farklı bir duruş sergileyemiyor.