''Tüm o rasyonellik, nesnellik, ideolojiler üstülük iddialarının, tüm o teknokratik/bürokratik tavrın arkasında aslında bir ideoloji var: sermayenin ideolojisi.''

Şimşek’in 'local'leri, egemenliğin sahipleri

Mehmet Şimşek, sonradan silmek zorunda kalsa da, yoksul ailelere yaptığı ziyaretleri sosyal medya hesabından “fakir aile ziyareti” diyerek paylaşıyordu bir ara. Safariye çıkan Avrupalı bir turist, yerli kabilesini ziyaret eden bir sömürgeci, hayvanat bahçesine ya da sirke gitme kıvamında bir heyecan, hepsi vardı bu tabirde. 

Danışmanlar önüne günün programını koyuyor: "20.00-23.00 arası fakir aile ziyareti", iki üç yoksul evine girip çıkıyorsun, pozlar veriliyor, üç kuruşluk yardımda bulunuluyor, sonra işe güce, yani bizzat o yoksulluğu yaratan düzenin çarklarının dönmesi için çalışmaya devam. 

Şimşek’in kendisi de muhtemelen bu tabiri yadırgamıyordu; çünkü konuşan kanlı canlı bir varlık olarak kendisi değil, küresel sermayeydi, şirketlerdi, ekonomi bürokrasisiydi, IMF’ydi. Buz gibi, robotlaşmış, kendi türsel varlığına yabancılaşmış o dil için “fakir aile ziyareti” tabirinin “cari açık” ya da “faiz dışı fazla” demekten pek de bir farkı yoktu. 

Aynı dil geçtiğimiz günlerde bir kez daha çıktı karşımıza. Şimşek ABD’de yatırımcıları ikna görüşmeleri yaparken “locals” dedi ve ortalık karıştı. Şimşek bu sözcüğü “yerel halk” anlamında mı yoksa kendisinin iddia ettiği üzere “yerli yatırımcı” anlamında mı kullanmıştı peki? Son kertede bunun bir önemi yok, nihayetinde konuşan yine holdinglerdi, küresel şirketlerdi, finans kapitaldi, ekonomi bürokrasisiydi. Yani bir bütün olarak piyasa konuşuyordu. 

İnsanın yabancılaşmasının ve bizzat kendisinin yarattığı ama kendisine dışsal hale gelmiş güçler tarafından esir alınmasının zirve noktası olarak piyasa… 

Milyarlarca kişinin her gün kredi kartı borcunu, tüketici kredisi borcunu, araba kredisi borcunu, ev kredisi borcunu ödemek için köle misali çalıştığı ama sürekli yeniden borçlandığı, borcun pranga misali ayağına geçirildiği, insan denilen canlı türünün hayatının ve kaderinin bütünüyle dövizdeki, faizdeki, para girişlerindeki iniş ve çıkışlara bağlı hale geldiği, azınlığın çıkarları adına milyarların köleleştirildiği bir düzen yani. 

Kapitalizm, insanın kendi kaderinin efendisi olmaktan çıktığı, kendisine yabancı güçlerin boyunduruğu altına girdiği, faiz oranlarının, döviz kurunun, borsanın, sıcak para akımlarının egemenliğine tabi olduğu sistemin adıdır. Burada kişi biyolojik varlığıyla, duygularıyla, zihniyle, bir bütün olarak varoluşundan kaynaklanan egemenliğini yitirmiştir, kendine yabancılaşmıştır ve özgür değildir, burada olsa olsa bir “özgürlük yanılsaması” vardır. 

Buradan “ulusal egemenlik” meselesine gelelim. “Ulus” denilen kolektif kimliğin modern zamanların bir ürünü olduğunu biliyoruz. Milliyetçilik literatüründe sıkça zikredilir: “Uluslar, ulus-devletleri değil, ulus-devletler ulusları inşa etmiştir” diye. Sahiden de uluslar, devletler tarafından eğitimle, askerlikle, kitle iletişim araçlarıyla, milliyetçilik adlı ideolojiyle icat edilmiştir; bir kişinin kendisini bir ulusun mensubu sayması ve örneğin bununla gurur duyması doğal ve evrensel değildir yani, yapay ve tarihseldir, bir inşa sürecinin ürünüdür. 

Uluslar ortaya çıkana kadar egemenliğin kaynağı tanrı, sahibi de kral, padişah, imparator vesaireydi. Tıpkı ulus gibi modern, yeni bir kavram olan “ulusal egemenlik” ise egemenliğin kaynağının gökyüzünden yeryüzüne inmesi, seküler bir kolektif özneye ait olması, yani ulustan, halktan kaynaklanması anlamına geliyordu. Egemenliği kullanan artık ister kral olsun ister parlamento, referans olarak ulusu, halkı göstermeye, iktidarının meşruiyetini ona dayandırmaya mecburdu. Bu ise tarihsel olarak bir ilerlemeye tekabül ediyordu.

İşte 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması ve duvarına “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazılması da bu topraklar için tartışmasız şekilde tarihsel bir ilerlemedeydi. Artık egemenliğin kaynağı gökyüzü olmadığı gibi mekânı da saray değil meclisti. Milli Mücadele “millet”e referansla verilecek ve TBMM tarafından yönetilecek, yeni bir ülke de yine “ulusal egemenlik” esasına dayalı olarak kurulacaktı. 

Uluslaşma ve egemenliğin kaynağının değişimi insanlık için son derece önemli bir tarihsel ilerlemedir evet ama bir de bu sürecin diğer yüzü vardır. Ulus, sınıflı bir toplumda yaşadığımız gerçeğini örtbas etmenin en işlevsel aracıydı. Aslında çıkarları ortak olmayan ezenlerle ezilenlerin, yönetenlerle yönetilenlerin, sömürenlerle sömürenlerin “ulus” kimliği ve “ulusal çıkar” kavramı altında birleştirilmesi, kapitalist sömürü ve tahakküm ilişkilerinin görülemez hale getirilmesi ve sınıf mücadelelerinin bastırılması için olmazsa olmaz bir nitelik taşır. Milliyetçilik adlı ideoloji bu anlamda gözlere indirilmiş bir perdedir. 

Öte yandan ulus ve ulusal egemenlik, uluslararası sistemin hakikatini de gizlemek açısından önemlidir. Uluslararası sistem güya birbirine eşit birimler olan ulus-devletlerden oluşmaktadır ama bu da büyük bir yalandır. Çünkü kapitalizm sadece ulusal sınırlar içerisinde değil uluslararası sistemde de eşitsizlikler yaratarak yoluna devam eder ve bu da bağımlılık ilişkilerini beraberinde getirir. Sistem, tıpkı ulusal sınırlar içerisinde küçük bir azınlığın çıkarlarının gözetilmesi üzerine olduğu gibi uluslararası düzlemde de başını ABD’nin çektiği bir grup emperyalist devletin çıkarlarının gözetilmesi üzerine kuruludur.

Şimdi burada tekrar Şimşek’i, “fakir aile ziyareti”ni ve “locals”i hatırlayalım. Şimşek’in konuştuğu dilin küresel sermayenin dili olduğunu söyledik. Şimşek bir sınıf adına, o sınıfın çıkarları adına konuşuyor. Tüm o rasyonellik, nesnellik, ideolojiler üstülük iddialarının, tüm o teknokratik/bürokratik tavrın arkasında aslında bir ideoloji var: sermayenin ideolojisi. 

Şimşek’i, IMF ve Dünya Bankası bürokratlarını, holding profesörlerini, finansçıları içinde yaşadığımız Matrix’in “Ajan Smith”leri gibi düşünebilirsiniz. Amaçları küresel sermayenin ideolojisini insanlığa rasyonel, nesnel, bilimsel vs. diye pazarlamak ve böylece sermayenin bireyler, sınıflar, halklar, uluslar üzerindeki tahakkümünün, egemenliğinin devam etmesini sağlamak, köleleştirilmiş insanlığın köleliğini daha da perçinlemek. 

Peki bu kölelik halinden kurtulmak mümkün mü? Buradan yeniden kendi kaderinin efendisi, kendi hayatının egemeni olarak çıkmak mümkün mü? 

Elbette ki mümkün, bunun için ise bu kölelik halini yaratan maddi zemini, maddi ilişkileri ve somutluğu görmek gerekiyor. Bugün paranın, piyasanın ve sermayenin egemenliği insanın köleliğinin maddi zeminini oluşturuyor. Yani bir sınıfın egemenliği diğer sınıfın egemenliğinin gasp edilmesi, onun yaşamına paryalaşmış, köleleşmiş bir şekilde devam etmesini gerektiriyor.

O halde köleliğe itiraz, sermaye sınıfının egemenliği üzerine kurulu bu sisteme, kapitalizme itirazdan geçiyor. Ancak azınlığın üretim araçları üzerindeki mülkiyetinin ve sömürü ilişkilerinin ortadan kalktığı bir dünyada, ancak üretimin kâr etmek için değil tüm toplumun çıkarları adına gerçekleşmesi durumunda, ancak üretimin bu doğrultuda bir plan esasına dayanması durumunda insan kendi kaderinin efendisi, kendi biyolojik ve zihinsel egemenliğinin sahibi haline gelebilir. 

İnsan, kayıtsız şartsız egemenliğini ancak kendi yarattığı zenginliği yine kendi eliyle eşit ve adil bir şekilde bölüşecek bir dünyayı kurduğunda kazanabilir. 

Kölelikten kurtuluş, paranın saltanatından kurtuluştur.