"Bizi siyasetin bir denge ya da istikrar durumuna kavuşmayacağı, düzenin bütün aktörlerinin yıprandığı, toplumdaki öfke birikimin artacağı, yeni arayışların devreye gireceği bir Türkiye bekliyor."

31 Mart’tan sonra: Ne yapmalı? 

Türkiye kapitalizmi yüksek faiz, yüksek enflasyon, yüksek kur, yüksek işsizlik çıkmazına girdi ve yakın zamanda buradan çıkabileceğine dair en ufak bir işaret yok. Yıl sonu enflasyon hedeflerinin tutmayacağını herkes biliyor, iki gün önce Deutsche Bank Merkez Bankası’nın faizleri bu ay beş puan daha artırabileceği tahmininde bulundu, DİSK-AR raporuna göre geniş tanımlı işsizlik bir yılda 2.2 milyon artışla 10.5 milyon kişiye ulaştı, Türk Lirası’nın değer kaybı ise son günlerde sinyalleri geldiği üzere seçim sonrası daha da artacak.  

Peki Türkiye sermaye sınıfı bundan rahatsız mı? Uzun vadede ağır yapısal sorunlar yaşanacağının farkındalar elbette ama şimdilik rahatsız olmadıklarını söyleyebiliriz; çünkü sermaye çoğu zaman uzun vadeli bir akılla hareket etmez, kârına odaklanır.  

Bugün yüksek kur ihracata yönelmiş yapısıyla sermayenin işine yarıyor, hatta patronlar kurun bugünkü değerini düşük bile buluyor. Yüksek faiz, insanların borçlanmadan tüketemediği, kredi kartına yüklendiği bir konjonktürde finansal sermayenin/bankaların işine geliyor. Enflasyon geniş halk kitlelerinden sermaye sınıfına gelir transferi yapmak için bir araç olarak kullanılıyor. İşsizlik ise zaten asgari ücrete yakınsamış ücretleri baskılamak için bir sopa işlevi görüyor. 

Sermayedarlar şimdilik rahatsız değil ama iktidarın rahatsız olduğu açık. Kapitalist devlet eninde sonunda kapitalistlerin çıkarları adına yönetir ama bunu yaparken kendisini bütün toplumun/ulusun devleti gibi göstermek zorundadır. Devleti yöneten hükümetler de -özellikle iş başına seçimle geliyorlarsa- aynı şekilde kendilerini sınıflar üstü ve tüm toplumun hizmetinde gibi göstermek durumundadırlar.

Ekonominin kötüye gittiği, gelir dağılımının bozulduğu, işsizliğin arttığı zamanlarda bu sınıfsal illüzyonun bozulma potansiyeli de artar; insanlar iktidara tepki göstermeye başlar, sokaklar ısınır, grevler yapılır, seçimler bir hesaplaşma aracına dönüşür. 

Bugün bakıldığında, 31 Mart seçimlerine doğru gidilirken iktidarın illüzyonunun sınırlarına doğru gelindiği görülebiliyor, toplumda bir dip dalga olarak ciddi bir enerji birikiyor. Yükselen fiyatlar, hayat pahalılığı, temel gıda ürünlerine ulaşmakta yaşanan zorluk, yani topyekûn bir yoksullaşma süreci yaşanıyor ve buna yönelik ciddi bir öfke var. 

Ancak bu bugünden yarına iktidarın işinin bittiği ve Erdoğan’ın gideceği anlamına gelmiyor. Bilakis, toplumsal muhalefetin olmadığı, geniş grev dalgalarına, kitlesel protestolara rastlamadığımız, kürsülere sıkışmış bir siyasetin egemen olduğu, boş tencereyle kapağının birbirine vurulup ses çıkarılmadığı bir konjonktürde iktidarın eli hala güçlü. 

AKP bu seçimlerde bir zafer kazanmayacak belki ama bir hezimet de yaşamayacak. Oylarında kısmi bir düşüşü görme ihtimalimiz hayli yüksek, büyük şehirleri ise muhalefet elinde tutmaya devam edecek, hatta bunlara belki yeni belediyeler de eklenecek. Ancak toplumsal muhalefetin sesinin çıkmadığı, halkın siyasete dahil olmadığı, alanlardan, meydanlardan ses vermediği bu politik iklim bir pat durumu ortaya çıkartacak. 

İktidarın Türkiye’ye anlatacağı yeni bir hikayesi yok artık; yüksek refah, yüksek istihdam, insanca bir hayat… Bunların hepsi bitti. Bu saatten sonra daha fazla dinselleşme, daha fazla milliyetçilik, daha fazla militarizm, daha fazla baskıdan başka araç yok ellerinde. 

Buna mukabil, -İmamoğlu istisnası bir kenara bırakılırsa- düzen muhalefetinde kendisini sahici bir seçenek olarak topluma sunabilecek, umut yaratabilecek, kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir özne ya da aktör de mevcut değil şu an için. Halkı siyaset denklemine katmaktan uzak oldukları sürece muhalefet partileri de herhangi bir etkide bulunamayacak bu gidişata.

Öte yandan toplumdaki tepkinin ve arayışın kısmen aktığı iki mecra var gözle görülebilen. Bunlardan ilki Yeniden Refah Partisi ve Millî Görüş’ün geleneksel kadrolarının öncülüğünde bu partinin dindar kent yoksullarının tepkisini örgütlemeye başladığına dair birtakım işaretler mevcut. Cumhur İttifakı’yla bağlarını koparma arzuları da Erdoğan tarafından hedef gösterilir hale gelmeleri de zaten bununla ilgili. 

İkincisi ise büyük ölçüde Zafer Partisi’nde temsil edilen ve özellikle alt-orta sınıf gençlerin yöneldiği seküler milliyetçilik. Batıdaki sağ popülist/neo-faşist akımlarla hayli benzerlik taşıyan milliyetçiliğin bu yeni versiyonunun Türkiye siyasetinde ciddi bir rol oynama ihtimali hayli güçlü. Yaşadığı ümitsizlik ve çaresizliği daha fazla devletçi, daha fazla milliyetçi, daha fazla güvenlikçi bir kimliğe bürünerek gösteren, “vatan hainleri, teröristler, askerim, polisim” edebiyatıyla kendisini var edebilen yeni bir kuşaktan ve onun sığındığı yerden söz ediyoruz. 

Peki bu pat durumu ve sağa çekişin gideceği yer neresi ve bu gidişata biz neyle, nasıl müdahale edebiliriz? 

Bunu her şeyden önce seçimlerde iktidarın oylarının ne kadar düşeceği belirleyecek. Tarihsel olarak faizlerin yüksek olduğu dönemlerde yapılan seçimlerde AKP bir başarı sağlayamıyor; çünkü yüksek faiz çarkların yavaşlaması demek, kemer sıkma programı demek, işsizlik demek.

İktidarın oylarında ciddi bir düşüş olursa Erdoğan Şimşek-Karahan ikilisini yollayıp yola en iyi bildiği sağ popülist ekonomi modeliyle devam etmeyi deneyebilir mi? 

Deneyebilir ama bu da geri dönülemez bir krize, gürültülü bir çöküşe davetiye çıkarmak anlamına gelir, ekonomi bunu kaldıramaz. Öte yandan Şimşek programıyla yola devam edilme ihtimali daha güçlüdür ama bu sefer de ciddi bir siyasal-toplumsal hegemonya krizi kapıya dayanacak demektir. Çünkü bu durumda halkı bekleyen daha çok yoksulluk ve daha çok işsizlik olacaktır ve bunun birtakım sosyal patlamaları tetikleme ihtimali hayli güçlüdür.

Yani her iki durumda da Türkiye kapitalizmi yeni krizlere gebedir ve bu da beraberinde yeni siyasal krizleri tetikleyecektir, dolayısıyla esas mesele bu krizlerin nasıl karşılanacağıdır.

Toplumsal tepkinin esas olarak yoksulluk ve işsizlik üzerinden birikeceği bir konjonktürde sınıf siyasetinin nasıl bir önem taşıdığı açıktır. Sol, sınıfa gitmenin, sınıfla buluşmanın, sınıfı siyasete, siyaseti sınıfa taşımanın hızlı ve etkili yollarını bulmak zorundadır. 31 Mart sonrası Türkiye’de her durumda sınıf mücadelesinin kızışacağı bellidir ve bunun sadece sermayeden halka yönelik bir saldırı niteliği taşıması engellenmeli, başta kemer sıkma programı olmak üzere sermayenin saldırılarına karşı mukavemet öncelikli konu olmalıdır.  

İkincisi, dinselleşmeye, şeriat ve hilafet çağrılarına karşı Cumhuriyet’in kazanımları tavizsiz bir şekilde savunulmalı, laiklik ve aydınlanma mücadelesi ile emek mücadelesinin birlikteliğinden bir toplumsal hareket ve siyasal sinerji çıkartılması için neler yapılabileceği, hangi araçların geliştirilebileceği üzerine düşünülmelidir. Bu aynı zamanda mavi yakalılarla beyaz yakalılarının sınıf paydasında buluşmasının önünü açma potansiyeline de sahiptir. 

Ve üçüncüsü başta Mustafa Kemal ve Cumhuriyet olmak üzere, siyasal ve toplumsal semboller hiçbir şekilde yükselen yeni milliyetçiliğe terk edilmemeli, sol ayaklarını bu ülkenin topraklarına sağlamca basmalı ve özellikle gençliğin bu yeni milliyetçiliğin cazibesine kapılmasını engellemek için kendi tarihini, figürlerini, yazarlarını, şairlerini, Denizleri, Mahirleri, Gezi’yi popüler bir şekilde gençliğin önüne getiren yeni iletişim kanalları, iletişim mekanizmaları bulmalıdır. Sol bir karşı-hegemonyanın kurulması adına bu bir zorunluktur ve burada da en çok sosyalist gençlerin yaratıcılığına ihtiyaç vardır. 

31 Mart sonrası bizi siyasetin bir denge ya da istikrar durumuna kavuşmayacağı, düzenin bütün aktörlerinin fazlasıyla yıprandığı, toplumdaki öfke birikimin artacağı, yeni arayışların devreye gireceği bir Türkiye’nin beklediği açıktır. Böyle bir Türkiye ise soldan daha çok müdahale edilebilir, daha sola açık bir Türkiye demektir, buraya doğru şekilde yüklenmek gerçek ve güçlü bir siyasi özne olmak için kaçınılmaz bir zorunluluktur.