Molekülden put

Geniş bütünsel yapısı içinden bakıldığında moleküler biyolojinin oldukça heyecan verici ve devrimci sonuçlar yaratmış bir bilim olduğu yadsınamaz. Bununla birlikte, yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren fiziğin, özellikle klasik mekaniğin bakışını aşırı özümsemesi sonucunda moleküler biyolojinin, ilişkin olduğu olguların gerçekliğini ıskalayan bir indirgemeciliğe de sıkıştığı çok barizdir. Nihayetinde, hücresel süreçlerden salt izole haldeyken yeryüzündeki en edilgin moleküllerden biri olan DNA’nın “kendini kopyalaması”, “nihai replikatörlüğü”, “bencilliği”, yaşamın tüm hallerinin türlerin DNA “şifreleri” üzerinden okunabileceği gibi avamlıklar sokaktan akademiye her yanı kuşatmıştır.Aslında, DNA’nın evrimsel açıdan arz ettiği evrensellik, olmazsa olmaz bir hayat molekülünün tüm yapısal ve işlevsel çeşitliliğin temelinde oturmasından ziyade, bu molekülün tarihsel olarak birbirine sıkıca eklemlenmiş hücresel süreçlere bağımlılığıdır. Örneğin DNA’nın kopyalanması, stokastik unsurlar da içeren, oldukça karmaşık ve onlarca diğer molekülün iş gördüğü bir süreç olmaklığıyla “kendini kopyalama” mecazına tam da ters bir durumu ifade eder.

DNA yapısının 1953’teki keşfinden sonra, moleküler biyoloji ne yazık ki hızlı bir avamlaşma sürecine de girmiştir. Bir nevi “Kutsal Kase” mertebesine eriştirilen DNA molekülünün yarattığı nedensellik algısı, hem esnek hem de evrensel olduğu artık iyice bilinen metabolik ve fizyolojik süreçlerin bir tür “tersten moleküler genetik” ifadeler şeklindeki kabulüne dek uzanmıştı. Bu zihniyet tarihinin en önemli özelliklerinden biri, DNA düzeyindeki değişkenliğin göz ardı edildiği bir çalışma pratiği yaratmış olmasıdır. Çoğu genetik ve “moleküler genetik” laboratuvarı değişkenliğini yitirimiş homojen soyların denek olarak kullanıldığı çalışmalarıyla, yaşamın gizlerini saklayan genleri bulmaya yoğun bir işgücüyle kendilerini adamaktadırlar. Herhangi bir gen için değişkenliğin, farklı bir laboratuvar koşulunun yarattığı genetik ifade durmunun “arıza” sayıldığı bu zihniyet dünyasının Mendel’in muğlak birim faktörlerinden çifte sarmallı mistik DNA’ya dönüşen gen algısıyla, mutasyonun salt patolojik bir durum şeklindeki kabulü, evrimsel genetiğin aksi yöndeki tüm bulgularına rağmen “hastalıkların genlerini bulmaya” çalışan ve milyonlarca liralık kamu kaynağı tüketen araştırma guruplarına hala hakimdir. Değişkenliğin normalliğinin bu inatla inkarının temelinde belki de DNA molekülünün çifte sarmallı azametiyle yansıttığı bir ilk yaratıcı nedensellik, Aristoteles metafiziğinin “kendisi devinmeyen devindirici”si türünden bir kabul yatmaktadır.

Mevcut durum ise bu tutkulu ideolojinin geleceği açısından hayli vahim gözükmektedir. Çekirdek DNA’sı dışındaki kalıtımsal durumların zengin ifadesi olan epigenetik bir yana, genlerin normal işleyişinin redüksüyonist gen-ürün ilişkisini sergilediği durumların yaygınlığı çok şüphelidir. Evrimsel genetiğin perspektifini kanitatif genetiğin genomik versiyonu ile birleştiren modern genetik, pek çok hastalığın temelinin çok genli olduğunu ve genlerin oldukça yüksek etkileşim ve yaygın bir çoklu etki ağında iş gördüğünü söylemekte. Dahası, bu tür genetik etkilerin herhangi bir genin aynı bir formunun genomdan genoma farklı ifadelerine yol açtığı da hayli açıktır. Hatta, Greg Gibson ve çalışma grubunun gösterdiği üzere, aynı genetik yapıya sahip insan toplumları farklı çevrelerde farklı genetik sonuçlara maruz kalmaktadır.
DNA’nıza bakarak kim olduğunuzu anlamanız, bilinmeyen bir bahara kalmış gibidir. Bunun çaresi elbette içe kapanıp kutsal moleküle secde etmek olmamalıdır. Belki de baharın güzelliği yarattığı ferahlama hissinde değil, sergilediği binbir çiçeğin çeşitliğinde gizlidir.