Sınıf Dayanışmasını Hatırlamanın Zamanı

Eskiden eşkıyalar, zenginlere ait kervanların yollarını keser, mallarına el koyar ve ihtiyacı olan yoksullara dağıtırlardı. Yani bir anlamda kendilerine göre gelir paylaşımındaki adaletsizliği gidermeye çalışırlardı. Eşkıyalığın bu biçimi sisteme karşı bir isyandı aynı zamanda, onlara "sosyal isyancı" denmesi de bu yüzdendi.

Meksika'daki Zapata da böyleydi, Çukurova'daki İnce Memet de...

Sınıflı toplumlarda yoksulların yoksulluğu, onları yoksullaştıranlar tarafından kendi iktidarlarını devam ettirmelerine hizmet eden büyük bir koz olarak kullanıldı her zaman. Yoksulluk ve dolayısıyla cehalet sarmalında kıvranıp duran milyonların varlığı, bir devrimci müdahalenin olmadığı koşullarda, kapitalizmin dişlilerinin dönebilmesini sağladı. Ne zaman ki 17 Ekim sosyalist devrimi, yoksulların, emekçilerin zenginleri devirip iktidarı alabileceğini ve kendi devletini kurabileceğini gösterdi, o zaman başta Avrupa'daki kapitalist devletler olmak üzere burjuvazi, benzer taleplerle örgütlenen ve mücadele eden kendi ülkelerindeki emekçi sınıfların birtakım hak taleplerini kabul ederek böyle bir ihtimali önlemeye çalıştı. Özellikle aynı dönemde sınıf mücadelelerinin ve komünist partilerin güçlü olduğu Avrupa'da adına "sosyal refah devleti" denilen ve kapitalist devlet yapısında emekçiler yararına birtakım hakları düzenleyen yasalar böyle ortaya çıktı. Ancak 1989 sonbaharıyla birlikte reel sosyalizmin çözülmeye başlaması, kapitalist ülkelerdeki "sosyal refah devleti" tanımlamasının altını dolduran yasal hakların hızla budanmaya başlamasına yol açtı.

Şimdi dünyadaki en önemli sorunların başında aşırı yoksulluk, açlık ve işsizlik geliyor. Yaşanmakta olan son krizle birlikte bu durumun daha da ağırlaşacağı görülüyor.

Bir ciddî devrimci müdahaleyle sistemin alaşağı edilmesinde büyük rol oynayabilecek bu devasa sorunun çeşitli biçimlerde yumuşatılması ihtiyacı, doğrudan devletle bağlantılı gibi görünmeyen ama özünde onun ihtiyaçlarına göre şekillenen ve devlet tarafından desteklenen birtakım kurumların ortaya çıkmasına yol açtı. Bu kurumlar, yani kafa bulandırmak için yanlış bir adlandırmayla "sivil toplum kurumları" denilen kurumların bir kısmı, hem devletten hem de büyük şirketlerden aldıkları yardımlarla artık sömürülemez hale getirilmiş olan yoksullara sadaka dağıtıyorlar. Amaç yoksulların isyan etmesini engelleyerek kapitalizmi kurtarmak.

Birleşmiş Milletler'e bağlı Dünya Bankası'nın "Yoksullukla Mücadele Fonu", AB'nin çeşitli yardım fonları bunun için var, yoksulluğun temel nedeni olan kapitalizmin ortadan kaldırılması için değil.

Türkiye'de bu iş son yıllarda, yani AKP iktidarı döneminde zirveye çıktı. Hem "din, Allah, kitap" denilerek yapılan dinî inanç sömürüsü üzerinden yoksulların mutlu bir hayat özlemini "cennet"e havale etme hem de solun güçsüzlüğü ortamında sol bir jargonla güya emekçilerin, yoksulların haklarına sahip çıkacaklarmış gibi bir izlenim yaratma konusundaki beceriklilikleri sayesinde iktidar olanlar, bir yandan emekçilerin tüm yasal haklarını gasp ederek onları hızla yoksullaştırırken, bir yandan da yoksullara, muhtaçlara yardım dernekleri kurdular. Hızla yoksullaştırdıkları kitlelerin bir kısmını dilenci yerine koyarak sadakaya bağladılar, bir kısmından da "din, merhamet, hayır" adıyla güya yoksullar için bağış topladılar. Yoksulluğu ve nedenlerini değil yoksulu teşhir ederek, aşağılayarak, onurlarını kırarak yaptılar bunu. Çünkü kendi iktidarlarını ancak bu kadar onursuzlaştırılmış, bir lokma ekmek için her şeyden vazgeçebilecek hale getirilmiş, beynini ve yüreğini teslim etmiş bir topluma dayanarak sürdürebileceklerini iyi biliyorlar.

Bu onların işiydi ve başarıyla yaptılar.

Peki ya bizim, emekçilerin ve solun hiç sorumluluğu yok mu bu durumda?

Öyle ya, yoksulluğun kader, toplumun önemli bir kesiminin de sadakaya muhtaç dilenciler haline getirilmesinin temel nedeni, bu topraklarda sınıf bilincinin, mücadelesinin, direncinin ve dayanışmasının fazlasıyla zayıflamış ve parçalanmış olmasıdır. Bu gidişin önüne geçilemezse, yani emekçiler kendi haklarına ve ürettikleri değerlere sahip çıkmak için mücadele etmezlerse, özellikle yeni "Sosyal Güvenlik Yasası"yla birlikte, tamamen dilencileşeceklerdir. Emeklilerin önemli bir kısmı zaten bu duruma getirilmiştir.
İnsanın kendi yaratmış olduğu değeri, dilenerek talep etmesi kadar aşağılayıcı bir şey olabilir mi?

Dolayısıyla milyonların sömürü-sadaka kıskacında onursuzluğa ve açlığa mahkûm edildiği bu koşullarda, sınıf mücadelesi ve dayanışmasını hatırlamanın ve hatırlatmanın tam zamanıdır.

Son yıllarda neredeyse unutulan ve unutturulan sınıf dayanışması, bu dönemde, emekçilerin tekrar kendilerine güvenmesi, onurlarına sahip çıkması, ufuklarının genişlemesi, sınıf çıkarları etrafında birliğinin gelişmesi ve pekişmesini sağlayarak tüm sorunlara kaynaklık eden kapitalizme karşı mücadele mücadele azminin güçlenmesi için şarttır.

Bu arada hangi adla olursa olsun kapitalizmin değirmenine su taşıyan "hayır endüstrisi" kepazeliğine bulaşanların da kendi sorumluluklarını yeniden düşünmelerinde yarar var.