Yetkisizleştirilen cumhura cumhuriyet bayramı

Yaşamımda hiç siyasete atılmayı düşünmedim. Bu olumsuzluk halim sorumluktan kaçındığım için değil, çok daha farklı bir nedene dayanıyor. Siyasette bir türlü çözemediğim bir sihir var. Siyasiler birbirleri ile dişe diş kavga ediyorlar, sonra bir protokol toplantısında el sıkışıyorlar. Siyasiler halka her gün bir başka yalan söylüyor, sonra kalkıp halka demokratik davranmanın faziletini anlatıyorlar, bununla da kalmayıp kendileri oyunun içinde iken oyunun kurallarını değiştirecek anayasa yapımına girişiyorlar. Bir toplumun temel kuralları ve işleyişinin bir siyasinin kafasına ya da çıkarına göre değiştirilemez ve şekillendirilemez olduğunu düşünüyordum. Türkiye’ye baktığımda gerçeğin öyle olmadığını görüyorum. Gelin görün ki, koca koca anayasa profesörleri dahi var olan meclislerin yeni bir anayasa yapabileceği talkınını vermede bir beis görmemektedir. Demek ki, böylesi yozlaşmada siyasetçi de her gün kafasına ya da o günkü çıkarına göre konuşabilme cesaretini kendisinde bulabilmekte, ister profesör, ister aydın, isterse sanatçı olsun, aveneler de her türlü pervasızlığa prim vermekten geri durmamaktadır. İşte bir türlü anlayamadığım ve yapamayacağımı düşündüğüm manevralar bunlardır.

Zannederdim ki, kurum ve kuralları olan düzgün bir toplum salt seçilmiş siyasetçilerce yönetilmez. Bakıyoruz ki, halen var olan yönetim biçiminde ne parlamento dinleniyor, ne bakanlar kurulu, ne de yargı gereği biçimde kendi otonomisi içinde çalışabiliyor. Ama bir şekilde işler yürüyor, bir yandan polis güçlendiriliyor diğer yandan ordu çökertiliyor; bir yandan sağlıkta halka doğru ya da yanlış bazı kolaylıklar getiriliyor, diğer yandan üniversite hastaneleri çökertiliyor; bir yandan yeni üniversiteler açılıyor, diğer yandan FETÖ ile hiç ilgisi olmayan üniversite hocaları hiçbir yargı kararı olmadan vicdansız ve asılsız ihbarlarla işinden ediliyor; bir yandan demokratikleşme deniyor, diğer yandan gazeteciler ve yazarlar hapse tıkılıyor ve her konuda tek-adam kararına yöneliniyor; bir yandan ekonomide pembe tablo çiziliyor, diğer yandan cari açık ve bütçe açığı yama tutmuyor ve halkımız finans parazitlerine kanatılıyor; bir yandan merkeziyetten uzaklaşıldığı dillendiriliyor ve seçmen oyu kutsanıyor, diğer yandan halkın oyu ile seçilmiş yöneticiler hapse tıkılıyor, hem de avukatları ile görüşme yasağı getirilerek. Uzatılabilecek bu örnekler bize şunu gösteriyor. Bazı toplumsal işlevler ve bunların sonuçları büyük halk yığınlarını hiç ilgilendirmiyor ya da doğrudan ilgilendirmiyor. Bazı işler ve faaliyetler ise geniş halk yığınlarını ilgilendiriyor. Böylesi ‘oksimoron’ benzeri zıtlıklar neyin nesi? Samimi ve vicdanlı bir siyasetçi bunları halka anlayabilir mi?

Mesele çok açıktır. Halk cemiyet yapısından cemaat yapısına savrulurken, siyaset de çağdaş devlet yönetiminden aşiret yönetimine evirilmektedir. Bunun nedeni, siyasetçi yaşam boyu yerini garantiye alabilmek için hesapsız kitapsız da olsa halkın gözünü boyayacak işlere soyunmak zorundadır, zira belirli aralıklarla halkın önüne o Allah’ın belası sandık götürülmektedir. Sandıktan siyasinin arzusu yönünde olumlu netice alabilmek için toplumsal muhalefet ya da siyasilere karşı güçleri tırpanlamak elzemdir. Toplumsal kurumların çökertilmesi yanında, türlü bahanelerle Anadolu’da filizlenen sanayileri çökertmek de olası muhalefetin sesini kesmektir. Büyük sanayi kuruluşları üzerine vergi müfettişlerini salmak da aynı amaca yöneliktir. İşin başında FETÖ ile anlaşmalı olarak silahlı kuvvetleri çökertmek ve özellikle de ordunun en gizli bölümü olan “kozmik oda” ya girmek de olası muhalif kalkışın gizli plan ve şifrelerine hâkim olmaya yöneliktir. Bugün geriye bakıp olanları sureta suçlamak kimseyi aklamaz. Halkın bir kesiminin sesini, kısabilmek için diğer kesimine hizmet vermek gerekir. Meselenin düğümlendiği yer, sesi kısılmak istenen kesimin siyasal erkle nasıl bir alıp-veremediği olduğu meselesidir. Mesele, eleştiri özgürlüğü, adalet ve siyasilerin hesap verebilirliği gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Tersinden okursak, siyasi erk, eleştiriye muhatap olmak ve hesap vermek istememektedir. Böylesi taleplerin baskılanması ise doğal olarak diktatörlüğe ve adaletsizliğe yol açmaktadır.

Böyle bir model hangi ülkeye uyar, bilemiyorum. Ancak halkımızın demokrasi talebini öne çıkarması salt toplumun değil, bizzat ülkeyi giderek tehlikeli yollara sokmaya yeltenen siyasileri de çevreler ve korur. Halkın sandıkta oy kullanması demokratik haktır, ancak bu hakkın bilinçli, kullanılmasıdır ülkeye yarar sağlayan. Evet, her solcu bir insanın bilincinin maddi koşullarla belirlendiğini bilir. Doğru da, bu gidişle alt-yapı da kalmaz ise, o zaman kısa vadeli çarpık bilincin işe yaramadığını yıkımın altında kaldığımızda mı öğreneceğiz?

Tek-adam modeli, özellikle de itaatkâr eğilimli toplumlarda kesinlikle diktatörlük yolunu açar. Emperyalizmin kol gezdiği günümüz koşullarında etkili olabilecek kamu kurumlarının baskılanarak tek adamın tüm karar ve yetkilerde öne çıkması emperyalistin rüyasını süsleyen çok güçlü bir yönetim biçimidir. Emperyalizmin ülke üzerindeki etkisinin izale edilmesi ya da hafifletilmesi için tek-adam modeli değil, tam tersine, çok katmanlı ve filtreli ulusal karar organı sistemi kurulmalıdır ki, emperyalizmin stratejisini çözmede ve ona karşı direnmede etkili mekanizma oluşturulabilsin. Türkiye’de olduğu gibi çok sayıda siyasi partinin bulunmasının çok katmanlı filtreli siyaset ve bürokrasi sistemi ile bir ilgisi yoktur ve onun yerini kesinlikle tutamaz. Günümüz koşullarında ülkemizde tek-adam sistemini destekleyen ve besleyen her kesim emperyalizm ve periferi konumundaki ekonomi arasındaki etkileşimi düşünmek zorundadır; şekli ve ortaklık görüntüsü değişse de, bir ülkenin parçalanıp çökertilmesini planlayan paralellik, halk uyanmadıkça, bazen devlet içinde bazen de devletlerarasında ezeli ve ebedi bir yapılanma olarak karşımıza çıkıyor olabilir mi?

Cumhuriyet kutlanmakla değil, yıkıcılara karşı bilinçle korunur!