Üç fidan ve fidanlar

Kaç yıl geçse de unutulamayacak olan üç fidanın, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları üzerinden yarım asra yaklaşan bir süre geçmiş olmasına rağmen unutulmadılar, unutulmayacaklar. Unutulmayacak olan sadece üç fidan değil, devlet makinasının kimin yanında olduğu ve hangi dürtü ile en şiddetli yüzünü kimlere sergilediğidir. Dün Ankara ve İstanbul’da yapılan merasimlerde, maalesef, bulunamadım. İstanbul’da Taksim’den başlayacak yürüyüş hakkında arkadaşlardan bilgi geldiği halde, yürüyüşe katılamamamın sebebi, koparılmaya ve soldurulmaya çalışılan başka fidanlarla beraberlik toplantısında bulunmak durumunda olmam idi. Üç fidanı idam eden, başka fidanları bazukalarla parçalayan devlet, binbir bahane ile üniversite kurumu fidanlarını da soldurarak, ülkeyi ve insanlarımızı akademik havadan mahrum bırakmaya yeltenmektedir. Siyasete güç kattığı düşünülen bu politika tüm toplumu katletmekle aynı şeydir.  

"FETÖ" operasyonları çuvalına iktidar gücü kendisine muhalif gördüğü herkesi atarken, bu arada öğretim elemanlarının çeşitli kademelerindeki akademisyenler üzerinde de kıyım operasyonu gerçekleştirmektedir. Üniversite öğretim üyesi uzun yıllarda, deneme-yanılma sürecinde, binbir ulusal ve uluslararası sınama ve deneyimlerden geçerek oluşan toplumsal üründür. Üst kademelerdeki öğretim üyelerinin kıyımı böylesi toplumsal birikimi heba etmektir, toplumun kaynaklarını kurutmaktır. Araştırma görevlisi kademelerindeki elemanları üniversiteden koparmak ise nitelikli eleman yetişmesinin engellenmesi ve partizan yetişmesinin yolunun açılmasıdır. Bir zamanların "FETÖ" kadrolaşması, günümüzde farklı tür kadrolaşmalarla ikame edilmeye çalışılmaktadır.

Dünyanın sanayi ötesi çağa evirildiği, artık bilgisayar dönemini bile geride bırakma dönemine girildiği bir anda bilim insanları üzerinde böylesine tehdit silahını sallandırmak hiçbir aklıselimin işi olamaz. Ne var ki, tarih bu tür eylemlere sahne olmuştur. 1930’lardaki Almanya faciası bilim insanlarının dünyanın dört bir yanına dağılması ile sonuçlanarak, yarım yüzyılı çoktan geçmiş bu süre içinde Alman eğitim sistemi henüz eski düzeyine dahi gelememiştir. Türkiye’de sosyal alanda ancak lisans düzeyi toparlanma aşamasını tamamlarken girişilen bu kıyım, akademik düzeyimizi üniversitenin altına, lise düzeyine çekme eğilimi taşımaktadır.

Bu süreç Doğramacı’nın ülkemize layık gördüğü köleleştirme sistemidir. Başlangıç onun eseridir. Sanayileşme döneminde işçileşen toplumda sendikalaşmanın emeği denetle görevini üstlenmesi gibi, üniversiteleşme döneminde kalitenin eritilmesi de toplumun aleyhine siyasinin kişisel ihtirası ile alan kollama operasyonudur. Bilimsel özerkliğe sahip olması gerektiği vurgulanan üniversitelerimizde yönetici seçimi dahi yapılamayıp, tepeden atama sürecinin başlatılması, özerkliğe son verilmesidir. Bugün 18 yaşında bir insanın parlamentoya girmesi tasarlanırken, üniversiteyi yönetici seçiminden mahrum kılmak, ters görülebilir se de, aynı despot kafanın ürünüdür. Bu kafanın kodu, güçlülere yukarıdan hâkim olmak, güçsüzleri ise kalabalıklaştırarak işlevsizleştirmektir.

Aziz Sancar hoca, Türkiye’de okumuş, ileri bir ülke olanakları ile insanlığa fevkalade yararlı hizmetlerde bulunmuş olarak, bilim dünyasının en büyük ödülüne layık görülmüştür. Aziz hocanın madalyasını Atatürk’ün aziz hatırasına tevdi ederken vermek istediği mesaj, zımnî olarak ülkenin bugün ne hale getirildiğine işaret ederek, ülkesine bağlılığının ifadesidir. Keşke bu duruma biraz da olsa, utananlar olsa idi! Hocanın mesajını aldık ve anladık mı? İstanbul Üniversitesi, kendi mezunu Aziz Sancar hocanın büyük bir portresini Merkez Bina’daki girişten kaldırıp, hangi akla hizmet ise, arka bölümdeki öğretim üyeleri bölmesinde düzensiz şekilde bir merdiven altına koymuştur. Ne hazindir ki, bu vahim durum ve hocaya karşı saygısızlık her gün onlarca hukuk ve iktisat hocalarının geçerken gözüne dahi takılmamış olmalı ki, bu çirkin manzara devam etmektedir. Ülkenin insana ve bilime değer verme halinin resmi işte budur! Hal böyle olunca, doğal olarak, onlarca bilim insanımız, doktorumuz, mühendisimiz vs yurt dışlında insanlığa hizmette bulunmaktadır. İpe sapa gelmez idam zırvalığını kafasının örümcek ağından çıkaramayan, bölgesinde neye ve nereye sürüklendirildiğini uzun dönemli tahlile tabi tutamadan savaş gazisi olma yolunda ülkeyi bataklığa sürükleyen zihniyet, tabii ki üniversiteyi terk edecektir, çökertecektir. Görüyor ki, gerici ve despot siyaset aydınlık cephede boğulmaktadır. Görülüyor ki, toplum aydınlandıkça özgürleşmektedir, otoriteye ve despotluğa karşı çıkmaktadır. Bu durumda ancak halkını ve insanlığı seven bir siyasi lider eğitime ve aydınlanmaya kanal açar.

Gelişememiş olduğundan yan yollara saparken despot siyaset anlayışına kafa tutamayan burjuvazi cephesi yanında, maalesef, geri burjuvazinin bir bakıma dolaylı ürünü olan ve kendisine yönelik oyunları ve/veya potansiyel süreçleri görmezden gelerek bazı duygularla kör siyaseti destekleyen emekçi kesiminin uyanışı zaman alacaktır. Nasıl ki, Avrupa’nın karanlık çağı diye anılan orta çağın içinden aydınlık doğmuşsa, Türkiye’de de yakın zamanda doğacak şafakla burjuvazinin ve onun desteklediği gerici despot siyasetin tarihin çöplüğüne gömüleceği, üç fidanın ve üniversiteden şimdilik koparılan fidanların umutlarının aydınlatılacağı vaktin yakın olduğunu görmekteyim.

Malum; karanlığın en zifiri anı, aydınlığa en yakın olunan andır!