Yetersizliğin çaresizliği

Sosyologlar için Türkiye inanılmaz zengin bir laboratuvardır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak günümüze dek hemen her geçiş ya da kademe atlayış dönemleri araştırmacılara çok zengin sosyal çalkantı tabloları sunmaktadır. Cumhuriyet döneminin üst-yapı dönüşümleri ve halkın buna tepki-uyum mekanizmaları kadar, yaklaşık bir asra yakın dönem içinde çeşitli dönemlerde yaşanan darbeler ya da siyasi dönüşümlerin toplumsal etkileri de araştırmacılara incelemeye değer çok değerli veriler sunmaktadır. Böylesi çalışmalar yapılmış olsa ve bugün elimizde güçlü bir doküman mevcut olmuş olsa idi, geçmişteki dönüşümlerin toplumsal dinamik ve etkileri ile bugünün toplumsal dinamik ve etkileri karşılaştırılarak dönemler arası çok ciddi bulgulara ulaşıyor olabilirdik.

Maalesef bugün için böyle zengin bir kaynağa sahip olmamakla beraber, söylenecek hiçbir lafımızın olmadığı da tam gerçeği yansıtmamaktadır. Günümüzde Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki dönüşümler ile bugünkü zorlamaları ve toplumu dönüştürme çabalarını bir nebze de olsa karşılaştırabilir ve günümüzün hazin görüntüsü hakkında çok basit ve genel bir sonuca ulaşabiliriz. Cumhuriyet’in ilk dönemleri, toplumsal yapılanma ve ekonomide kapitalist dünyanın çağdaş aşamasına ulaşma çabalarının sancılarını taşıyordu. Özellikle devletçilik döneminin sanayileşme hamleleri yanında, Anadolu’nun ücra köşelerine klâsik Batı müziğini taşıma gayretleri, günümüzün gerici yaklaşımı ile idraki müşkül ileri bir hamle idi. Söz konusu iki uç arasındaki tüm hamleler tek parti döneminde yapılmıştır. Kuruluş aşamasındaki bir devlette uygulanan politikalar ve icraat yöntemi olağan aşamasındaki politikalar ve icraat yöntemi ile karşılaştırılamaz. Böyle bir karşılaştırmayla çaresizliklerine umar arayan iktidar mensupları da çok iyi bilirler ki, anlamlı bir karşılaştırma yapabilmek için koşulların aynı ya da yakına benzer olması zarurettir. Bu zaruri koşula uymak hiç değilse asgari düzeyde siyasi ahlak ve vicdan gerektirir. Kısaca toparlamak gerekirse, Cumhuriyet dönemi uygulamaları bir toplumsal amacı hedefliyordu; o hedef de, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak idi!

Peki, günümüzün hedefi nedir? Siyasilerin icraat planı ile güttüğü hedefi, ülkeyi ve toplumu emperyalizmin uyumlu adacığına dönüştürmek olarak saptamak yanlış olmaz. Küreselleşen emperyalizm ağına alınan ülkelerde, demokrasi sözcüğü arkasında uyum, özgürlük görüntüsü altında ise emperyalizmin emirlerini yerine getirecek tek-otoriteye itaat talep edilir. Siyaset teorisinde “Sosyal Darvinizm” olarak tarihe geçecek olan bu politikanın günümüz küresel emperyalizm koşulundaki uygulamasında, yönetimde tek-otoritenin emir ve uygulamalarına itiraz edebilecek hiçbir otorite, makam ya da merci istenmemektedir. Bu isteğe uyan, kemikleri ve sinirleri alınmış olan toplum, emperyalizmin emirlerini uygulayacak tek-otoriteye mutlak itaat ederken, farkında olmayacaktır ki, aslında ülkesini köleleştirerek emperyalizmin eriyen vücuduna enerji aktarmaktadır. Serseri paranın üretim gerçekleştirmeden faiz alarak ülkeden çıkması, üretim gerçekleştirdiği durumda da yaratılan değerin büyük kısmını kâr transferi olarak merkeze taşıması ve ülkenin tüm yasalarının böylesi sömürülmeye uygun yapılmasının sağlanması ancak ve ancak ülkede tek-otorite ile gerçekleştirilebilir.

Küreselleşen dünyamızda ekonomiler katma değer yaratma kapasitelerine göre dikey sıralanırlar. Bu teknik sıralanmayı bozabilen tek koşul ülkelerin değerli doğal kaynaklarına sahip olmalarıdır. Ne var ki, doğal kaynak mülkiyetinin küresel hâkimiyeti kaynağın doğal yaşam süresi ile sınırlı olduğu gibi, bu tür kaynaklara sahip ülkelerin teknoloji üretme kapasiteleri de, maalesef, oldukça yetersizdir. Bu tablo şunu ortaya koymaktadır ki, doğal kaynak yetersizliği karşısında teknoloji üretme kapasitesinden de oldukça yoksun olan ülkeler küresel hiyerarşinin görece alt basamaklarında yer alıyor olmakla beraber, zaman içinde üst kademelere yükselme olanaklarından da mahrumdurlar. Böylesi bir yetersizliktir ki, bu tür ülkeleri küresel hiyerarşinin üst kademelerindeki ülkelere mecbur bırakabilmektedir. Türkiye’nin söz konusu hiyerarşinin hangi basamağında olduğu sorusunu bir tarafa bırakarak, bilinçle şu soruyu kendimize sormamız zorunludur. 1950 ile 2000 arasındaki hiç de azımsanmayacak yarım yüzyıllık zaman sürecinde, tek parti yönetiminden çok partili yönetime geçmiş olan Türkiye ne ile vaktini geçirdi? Bu sürede, liberal dış ticaret politikalarından ithal ikameci ve korumacı politikalara, sabit kur politikalarından serbest kur ve finansal politikalara dek savrulan Türkiye’de neden anlamlı bir ilerleme sağlanamadı? Bugün halkımıza dayatılan tek-otorite rejiminin fiilen hâkim olduğu son onbeş yılda milyar dolarlarca serseri paranın da kullanılabildiği bir dönemde AKP iktidarı, torunlarımızı gırtlağına kadar borca batırma pahasına, ileri ülkelerde işsiz kalan firmaların yardım ve desteği yanında, günümüzün muazzam iş makinaları ve köstebekleri ile yaptıkları ile övünemez. Batı taşeronluğunun başlamış olduğunun o derece farkında değiliz ki, düşünülmesinin dahi zül olduğu, bugünkü monarşi ile kısmi de olsa demokrasi arasındaki oylamayı tartışabiliyoruz ve kapitalizmin demokrasi unsuru olarak anılan burjuvaziden çıt çıkmamaktadır. Tarihimize derin bir leke olarak geçecek bu süreci, halkımızın basiretinin kısmen de olsa sileceğine inanmak istiyorum!