Denge tehlikesi

Anayasa referandumu ülke halkının tam anlamı ile bölündüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Demokrasi açısından güç dengesinin sağlıklı işleyişe yol açabileceği düşünülebilir. Zira burjuva demokrasisinin sermaye ve emek kesiminin oluşturdukları karşılıklı güç dengesinin sonucu olduğu bilinmektedir. Keza parlamentoların yavaş işleyişinden yakınmalara karşın, aslında bu durumun güç dengesi sonucu olarak kapitalist demokrasinin en sağlıklı göstergesi olduğu kabul edilir. Domuz körfezi krizinde nükleer tehlike eşiğine gelmiş olan dünyamızın bu tehlikeyi savması yine güç dengesi neticesidir. Buna karşın İkinci Paylaşım Savaşında Japonya’nın nükleer saldırıya muhatap olması da güç dengesinin bulunmaması sonucudur. Tüm örnekler güç dengesinin gerekli ve önemli olduğunu gösteriyor olmasına karşın, giderek yoğunlaşan sis altındaki ülkemizde yaşanan durum tam tersi gelişmeye gebe görünmektedir. Daha da acısı, toplumun yarılmış olması gün gibi ortada duruyorken gidişatı daha da derinleştirerek ülkeye tehlikeye sürükleyebilecek böylesi anayasa tasarısının ite kaka geçirilmesi, maalesef, üzüntü verici olduğu kadar, bazı kuşkuları da gündeme taşımaktadır.

    Konuya doğrudan girersek, yarılmış toplumlarda kapitalist demokrasiyi olabildiğince koruyabilecek tek kurum parlamento ve kuvvetler ayırımı ilkesinin varlığıdır. Ne hazindir ki, parlamento nicel olarak büyütüldüğü halde, nitel olarak boş koltuklar topluluğuna dönüştürülmektedir. Önümüzdeki dönemde parlamentoda, tasarlandığı gün gibi ortada olan, AKP iktidar partisi olup, partinin başkanı da devlet başkanı olunca, siyasete başat dokunun yapısı ve niteliği açıktır ki, faşizan siyasete yakın olacaktır. Bu durumun yaratıcıları ve destekçilerinin geleceğe yönelik amaç ve hedefleri ürkütücüdür. Bu koşullarda dillerden “demokrasi”, “insan hakları” ya da “özgürlük” sözcükleri dökülüyor olması, tam ters olarak, bunlara olan inançsızlığın yansımasıdır. Diğer bir deyişle, bu durum söz konusu olguların baskı ve üstü kapalı algı ile topluma yutturulmaya çalışılmasıdır. Cumhurbaşkanının başkanı olduğu partinin toplumun yarısından oy alıyor olması devlet yapısının aşiret yapısına dönüştürülmesi ve bir toplum kesiminin diğer toplum kesimi üzerinde baskı uygulama mekanizması oluşumundan başka bir şey değildir. Bunun tersi durumda ise, cumhurbaşkanının başkanı olduğu partinin parlamentoda azınlığa düşmesi ise çok ciddi çatışma oluşturabilir. Buradan anlaşılıyor ki, referandumda olduğu gibi her koşulda birinci durum hedeflenmektedir. Daha bugün bile yargıya taşınan konularda ilgili siyasilerin “bu iş yargıya taşınmıştır, artık söz yargınındır” gibi efendi ifadeler yerine, yargının yerine geçerek, adeta hukukçuların ifadesiyle “yerindelik kararı” niteliğinde beyanlarda bulunması etik, ahlak, siyasi dürüstlük ya da benzer hiçbir kavramla bağdaştırılabilir olarak görülemez. Bu yapıdan demokrasi değil, ancak baskı rejimi çıkar. Kısacası parlamento ve devlet başkanı bölünmüş toplumun başat temsilcileri konumunda olup, kuvvetler ayırımı ilkesinin fiilen işlevsizleştirildiği, özellikle de yargının baskı ve denetim altına alındığı toplumun huzur ve istikrara yelken açacağını kimse düşünemez.

    Peki, kabaca durum saptaması böyle bir tablo sunuyorsa bize, bu tablo kimin eseridir ya da kimin çıkarınadır? Bu eser, yükselen mezhep kavgaları bahanesiyle Ortadoğu’ya hâkim olmaya çalışan ABD’nin mi, yoksa aynı amaçla davranan Rusya’nın mıdır? Yoksa bu oyun, etrafının düşmanları tarafından çevrilmiş olup, kendisine “kurtarılmış topraklar vaat edildiği” kutsal görüşüne iman derecesinde bağlanmış olarak arkasına ABD’yi de alan Israil’in midir? Acaba bu tabloyu, bir anlamda dünyanın da merkezi olan, halen yüksek petrol rezervlerine ve bazı madenlere sahip, su konusunun can alıcı olduğu Ortadoğu üzerinde oynayan tüm güçlerin midir? Büyük güç odaklarının bu tiyatroyu sahnelediği düşünülürse, gölge güçler üzerinde çeşitli etkileme ve tetikleme senaryolarını aktive edecekleri tahmin güç değildir. Hele de, ekonomik olarak çeşitli açılardan ileri ekonomilere bağlı olan devletlerin böylesi ökseye yakalanmaları ve günümüzün psikoloji-destekli propaganda-algılama yöntemi ile halklarının bir lider marifetiyle çoban yönetime sürüklenmelerinin sağlanması işten bile değildir.

    Son anayasa referandumu, bir önceki referandumun tamamlayıcısıdır. Bir önceki anayasa referandumunda “yetmez, ama evet” taifesinin AKP’ye gümüş tepsi içinde sunduğu hukuku tahrip kanalı, bizi bugün buralara getirecekti, getirdi de. Bugün yine yargı organı tüm dalları ile duruyor, ama hâkimiyet merkezdedir. Yarın parlamento da olacaktır, hatta milletvekili sayısı artmış olarak, ama ipler cumhurbaşkanının elinde olarak. Bir toplum bir kez yanılabilir. Ama ikinci yanılgı bazı bozuklukları ifade eder. Son anayasa hazırlığında emeği geçen kadroyu yıllar sonra Türkiye siyaset tarihi üzerinde çalışma yapacak araştırmacılar anlayamayacak ve hayret ve dehşetle inceleyecektir. Anayasalar salt hukuk metninden çok bir felsefe belgesidir. Referanduma götürülen anayasa devlet felsefesini değil, kabile felsefesini yansıtmaktadır. Cumhurbaşkanının parti başkanı olması monarşiyi de, krallığı da yansıtmayıp, onlardan da geridir. Bu proje ilerleme adına toplumun baskılanmasını dahi ifade etmeyip, toplumun bir kesiminin diğer kesimi baskılama ve toplumu dünya emperyalizmi hizmetine sunma projesidir.