OHAL ve özgürlük

Toplum politikası ile insan psikolojisi arasında çok yakın benzerlik olduğu ileri sürülür. Şöyle ki, her iki sistemde de çatışmalı güçler baskı altında tutularak görüntüsel denge sağlanmaya çalışılmaktadır. Toplumsal güçlerden değer yaratan emek ile yaratılan değerin büyük kısmına el koyan sermaye kesimi arasındaki örtülü çatışma toplumsal ideolojik aygıtlar ve devletin baskı güçleri ile dengede tutulmaya çalışılmaktadır. İnsan psikolojisinde ise içsel dürtülerin toplumsal yansımaları çeşitli psikolojik yöntemlerle baskılanarak yüceltilmeye ya da normalleştirilmeye çalışılmaktadır. Görülüyor ki, her iki durumda da yüzeysel denge ve huzur görüntüsü yapay ve geçicidir. İktisat biliminin(!) oluşturulma biçimi ve böylece “bilim” görüntüsü altında okutulması da, gerilimli toplumsal dokuya istikrar görüntüsü kazandırarak meşrulaştırmaya yöneliktir. Şu hale göre, iktisat tedrisatının, topluma hâkim kılınmaya çalışılan sermaye ideolojisinin kavramsallaştırıldığı ve bilimsel kodlarla topluma aktarıldığı alan olarak tanımlanması yanlış değildir.

AKP’nin üçüncü dönemi olarak görebileceğimiz önümüze açılan yeni döneme iki dokunun hâkim olacağı anlaşılmaktadır. Birincisi tamamıyla algılamaya yönelik “değişim”, “atılım” vb gibi aslı astarı olmayan slogan türü ifadelerdir. Pazarlarda çoğu ürünlerin üzerine “yeni” ya da “yeni formül” gibi ifadeler yazılır. Tüketici de bilir ki, bu tür ifadeler tamamıyla alıcıya hitap şekli olup, ürüne “albeni” kazandırmaya yöneliktir. Özde hiçbir değişiklik yaratmadan salt göstermelik böylesi ifadelere tüketicinin rağbet etmesi onun bileceği iştir.

AKP’nin ileri sürdüğü ikinci önemli doku “OHAL içinde özgürlük” çelişkisidir. Evet, ilk bakışta bir çelişki ya da oksimoron gibi görülebilen bu ikilinin, iyi incelenince birbirine oldukça uyumlu olduğu görülür. İncelemede ilk aşama, iki ifadenin toplumun hangi katmanına yönelik olduğunun ayrıştırılmasıdır. Toplumun tümüne yönelik söylenmiş gibi gözüken bu ikilinin özgürlük bölümü başta emperyalizm ve iç sermaye sermayeye yöneliktir;  OHAL bölümü ise emek kesimi yanında, toplumsal baskıyı açık edebilen politik ya da akademik her türlü eleştiri odaklarına yöneliktir. Öyle anlaşılıyor ki, emperyalizmin odağındaki seksen milyonluk ülkemizde emek, çevre ve her türlü sömürü üzerine üşüşecek olan dış ve iç sermaye, dönemin kendilerine sağlayacağı muazzam özgürlük ortamının vaat ve olanaklarından sonuna kadar yararlanabilecektir.

Çok muhtemeldir ki, özgürlük pek öyle her kademe sermaye unsuruna da açık olamayacaktır. Zira siyasi taban oluşturmanın bir yolu olan servet kaydırması ve palazlandırma tüm kartların fevkalade cesurca açıldığı son perdede sahneye sürülecektir. Çünkü aksi durum, bu son perdede açıkça oyuna girenlerin mutlak sonu olabilecektir. Servet kaydırma iç ekonomide olabileceği gibi, uluslararası alanda da oluş(turul)abilir. Adeta kral hazinesi gibi oluşturulan Varlık Fonu böylesi hazin süreçte mükemmel köprü işlevi görebilir.

Kapitalizmin işleyebilmesi sistem gereği baskı ve şiddeti gerekli kılar. Sanayinin ilk dönemlerinde sömürgeciliğe dayandırılan baskı ve acılar yanında, yeryüzünün paylaşıldığı büyük savaşlar ve yıkımlarla bugünlere getirilen kapitalizm, İkinci paylaşım savaşı ertesinde yaşanan, daha doğrusu yaşatılan ve pembe dönem olarak anılan aldatıcı sosyal demokrasi döneminin sönümlenmesi ile yeniden yükselen sömürü ve baskı dönemine girmiştir. Trump ya da Putin gibi liderlerin büyük devletlerin başına geçmeleri yanında, gelişmekte olan Türkiye’de de siyasi kadroyu “devlet adamı” zihniyetinden çok, iş zihniyetinin işgali rastlantısal olmayıp, sistemin çöküş aşamasını simgeleyen semptomdur. Sistem çökerken zaten öteden beri meta olarak görülen fakat görece refah dönemlerinde çevreci politikalarla korunan doğa ve tüm çevre de sömürü ağı içine alınır, çünkü sermaye tüm alanları işgal edip sömürerek, olanaklı durumlarda ilkel birikime dahi yönelerek devamlı kaynak birikimi dürtüsü ile devinir. Bu süreçte sermayenin doğal siyasi ajanı olan kapitalist devletler de bir yandan bu süreci kolaylaştırıcı önlemler alırken, diğer yandan da göstermelik politika ya da söylemlerle durumu ve işleyişi meşrulaştırmaya çalışırlar.

Kapitalist demokrasi insanlara kaynaklar üzerinde tasarruf hâkimiyeti ve bölüşümde hakkaniyet değil, ancak ifade ve uygulamada hiçbir sonuç yaratmayan talep özgürlüğü sunar. İfade ve talep özgürlüğü serbestisi ve bazı taleplere tahammül derecesi ise ülkelerin kalkınmışlık düzeyi ve yönetimin demokrasi anlayışına göre şekillenebilir. Bir zamanlar gerici gerekçesi ile ordudan ihraç edilmeleri talep edilen subaylar kararnamesine şerh koyanların, bugün İfade ve talep özgürlüğünden yararlanmak durumunda olan binlerce akademisyenin akademiden ihracı kararnamesini yayınlayabilmesi toplumun gerilediğinin işaretidir. Ne hazindir ki, akademi üzerindeki baskının salt akademisyenlere yönelik olmadığı, aynı şekilde medya ve sanat üzerindeki baskının da ilgili alanlarla sınırlı olmadığı, söz konusu baskılarla tüm toplumun karanlığa mahkûm ediliyor olduğu anlaşılamadan siyasi tercihler yapılmaktadır. Tek sesli, tek görüntülü toplum “demokratik cemiyet” değil, ancak  “totaliter cemaat” mesabesindedir. Cemaatleşen toplum emekçi hakları, kıdem tazminatı konuları ve yaygınlaşan işsizlik sorunu yanında, insan hakkı olarak sunulması gereken sağlık, eğitim ve sosyal sigorta hizmetlerinin piyasaya bırakılmasını da sistem meselesi olarak algılamada zorlanarak, her sahte çözüm vadinde siyasi tercihini yanlış bilinçle yapar.

Son referandum toplumun her kesimine, özellikle de siyasilere çok ciddi mesajlar vermiştir. Toplumun yaygın genelinin rızası olmadan, belli-belirsiz yüzde 50 + 1 oranıyla tüm toplumun şekillendirilmesi yoluna girilmesi çok büyük bir hata olduğu kadar, başarılması da olanaklı değildir. Toplumsal rıza OHAL ile değil, ancak yaygın toplumsal anlaşma ve uzlaşma ile sağlanır.