Tehlikeli gidişat

Dünyanın dönüşünde benzer durumlar insanlık sahnesinde perdelenirken, ne büyük bir gaflettir ki, biz faniler ders alma basireti gösteremiyoruz. 1919 yılında, toplumun alt katmanlarından gelen bir kişi Alman İşçi Partisi'ne üye oluyor ve Parti, 1920 yılında Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ne dönüşüyor ve böylece hem Alman halkı, hem de dünya için yıkım günleri başlıyor. Yönetimi ele alan bir meczup, belki de çocukluğunda tatmin edilmemiş duygularının patolojik dışa vuran psikozun emrinde Avrupa ve tüm dünyaya kafa tutarak gücünü kanıtlamaya çalıştı. Halk denen amorf sosyal kütlenin genel bilinç ortalamasının düşüklüğüne bakınız ki, daha 19uncu yüzyılın başlarında eğitim sistemine felsefeyi yerleştirmiş, ünlü Berlin Üniversitesi dönemin en ünlü akademisi olmuş, yine ünlü Alman Tarihçi Okul'u İngiltere, Amerika ve dünyanın dört bir yanından gelen akademisyen adaylarını yetiştirmiş iken, sanki bunlar hiç olmamış gibi, insanlar bir delinin arkasından sürüklenebilmiştir. 30 Nisan'da Berlin'de, o ünlü üniversitenin bulunduğu kentte, intiharla sonlanan, görünüşte büyük harp tazminatı ve Musevi ekonomisi ile "mağdur edilmiş" ya da öyle olduğuna inandırılmış bir gafil güruhunun desteği ulaşılan vahim son derin bir trajedi! Bir yüzyıl devrildi, coğrafyanın farklı bir bölgesinde, üstelik de aydınlanmacı düşüncenin tam tersi akımla beslenen bir halkı arkasına alabilenler kendi bölgesini de aşarak, adeta dünyaya kafa tutmaya yeltenebilmektedir. Süreç ve sonuçta ne büyük bir benzerlik, değil mi! Bu pasaj halk dalkavuklarına ithaf edilir!

Cumhurbaşkanlığı sürecini AKP çok tehlikeli bir boyuta sürüklüyor. Öyle anlaşılıyor ki, 2012 seçiminde yüklenilen ihalenin, kısmî parlamento çoğunluğuna, parlamento ve icra üzerindeki mutlak hakimiyete rağmen yerine getirilememesi, müteahhitleri hedefe varmada daha sıkı bir rejime yöneltmektedir. Osmanlı'nın kurtarılması hedefiyle girişilmiş faaliyeti cuntacılık ve jakobenizm olarak yeren ampul aydınlarının bugün karşı karşıya olduğumuz emperyalistler adına girişilen jakobenizme ve sivil cuntacılığa sessiz kalmaları, belki de anayasa referandumunda takınmış oldukları öngörüsüz ve kişiliksiz tavırla açıklanabilir.

SOL'un gücü güneşin altında cereyan eden tüm olayları birbiri ile bağlantılı ve nedensellik ilişkisi içinde görmesidir. Sağ cenahın zayıflığı ya da belki de kurnazlığı ise, her olay ya da oluşumu farklı boyuttan algılaması ve öylece topluma yansıtmasıdır. Böylesi parçalama olgusu bir de bilimsellik sosuna batırıldığında her türlü yalan ya da halk aleyhine yürütülen politikalar kimlere yutturulamaz ki! Başbakanın tiyatro şovu ile (teatral değil!) kendi cumhurbaşkanlığı adaylığını topluma yedirmesini, siyasetin de bir satış olduğu şeklinde savunabilen genetiği değiştirilmiş ampul aydınları, ne topluma yedirilen ihaleyi görmekte, ne de kimlerin neyin aracı olduğunu algılayabilmektedir. Zaten aksi olsa idi, ihale ortağı pozisyonundaki renkli fakat ruhsuz basında ellerine tutuşturulan kalemle bir köşeye yerleştirilmezdi!

Cumhurbaşkanlığı jakobenist fikirlerin icra makamı değildir. Kurulmuş parlamento düzeninde cumhurbaşkanının kurucu meclis başkanı gibi davranarak, kafasına göre hareket serbestisi yoktur. Ortada bir anayasa vardır, onun değiştirilemez hükümleri hâlâ geçerlidir, yürürlüktedir ve kurulmuş düzenin ilgili mercileri hâlâ işbaşındadır (ya da belki ben öyle düşünüyorum!). Tabiatıyla anayasa da değiştirilebilir, tabiatıyla mevcut anayasadaki değiştirilemez hükümler de değiştirilebilir. Ama bunu ne de facto ne de de jure cumhurbaşkanı yapabilir. Hele de anayasa değişikliği için teşebbüs edilmiş ve bu teşebbüs akim kalmış ise şu anda mevcut anayasaya göre hareket tarzı benimsemekten başka yapacak bir şey yok demektir. Bütün bu değişiklikler yeni ve "kurucu meclis" sıfatı ile toplanacak bir parlamentonun işidir. Ya da aynı iş, ancak ve ancak temsil niteliği yüksek bir parlamentonun nitelikli çoğunluğunun yaptığı yeni anayasa taslağının halk oylaması sonucu kabulü ile gerçekleşmiş olur. Başkanlık sistemi de ancak böyle bir süreç sonunda oturtulabilir. Erken seçimin böyle bir amaçla yapılacağı anlaşılmaktadır.

Tüm bu süreç yaşanmadan fiili uygulamalarla de facto ve tedrici yürüyüşlerle arzulanan sistemi yerleştirmeye kalkışmak toplumu hiçe saymaktan öte, ciddi bir siyasi gaf ve hatadır. Bu hataların büyük kısmı, maalesef, gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. İmam hatipleştirilen eğitim sistemi ile neslin yarım asrı gitmiştir. Sosyal devlet anlayışı yerine parti destekli sadaka kültürünün yerleştirilmesi ile anayasanın çok önemli bir temel ilkesi ihlal edilmektedir. Yurdumuza sığınan Suriye vatandaşlarının sokaklara salınarak alenen dilendirilmeleri, toplumsal şefkati değil, devlet zafiyeti ve ayıbının simgesidir. Savaştan kaçan Suriyelilere kucak açmak bir devlet politikası olabilir, ama onları sokak dilencisi yapmak çok ciddi devlet ayıbı olduğu kadar, aynı zamanda da çok tehlikeli bir gidişata kapı açmak demektir. Yargı meselesine girmeye hiç gerek yok. Bu ortamda niçin Hukuk Fakültesi diye bir kurum var, anlamış değilim! Hiç bir vatandaşın gücünün yetemeyeceği güçlü bir siyasinin hak ihlali yaptığı durumda halkın ve toplumun tek güvencesi yargı merciidir. Yargı mercii de düşerse, kim kime nasıl ve niçin güvenecektir ki! Peki, niçin egemen siyasetçi yargı merciini ele geçirmeye ve ona hakim olmaya çalışmaktadır? Çünkü, iddia ve delillerin gerçek anlamda dik yargı önünde çürütülmesine gidememektedir. İşte Sarkozy böyle bir yargı sistemine kavuşmamız dileğimle, darısı başımıza!