İnsani gelişme 
endeksinin ölçmediği

Temeli 1990 yılında Pakistanlı Mahbub ul Hag tarafından atılmış olan İnsani Gelişme Endeksi hesaplaması, 1993 yılından itibaren her yıl Birleşmiş Milletler Gelişme Programı çerçevesinde Yıllık Gelişme Raporu olarak yayınlanmaktadır. Rapor ortalama yaşam süresi, okur yazar oranı ve kişi başına düşen gelir ölçütleri olarak üç başlık altında ülkelerin genel sosyo-ekonomik fotoğrafını çeker. Rapor, 186 ülkeyi, “Çok Yüksek İnsani Gelişme”, “Yüksek İnsani Gelişme”, “Orta İnsani Gelişme” ve “Düşük İnsani Gelişme” olarak dört tablo halinde vermektedir.

Adeta karne alan öğrenci gibi, her ülke raporda yerini bulup, ona göre sevinir ya da dertlenir. Tabii, bu tablolar siyasetçiler için de önemli olmakla beraber, siyasetçiler ülkelerinin tablodaki yerleri için makul gerekçe uyduramayacağından, genellikle bu konuya fazla eğilmezler. İsveç, Norveç, Almanya, Fransa ya da ABD gibi zaten her açıdan “Çok Yüksek İnsani Gelişme” kategorisinde yer alan ülke siyasileri, malumu ilan şeklinde, halklarına tablodaki yerleri hakkında yorum yapmazlar. Geri ülkelerin siyasileri ise, halklarına söyleyeceği bir şey olmadığından, sessiz kalmayı yeğler.

Siyasetçinin “ustalık dönemi”(?) hayal parıltıları döneminin yaşandığı, beklentilerin ileriye atılmasının gerekçesi olarak şanlı “Demokratikleşme Paketi”nin açıldığı, afyonlanmışçasına içinden geçtiğimiz köpüklü dönemde Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu”nda 186 ülke arasında 90. sırada yer almaktayız. Bu demektir ki, ekonomide ilk on içine girmeye çalışırken, İnsani Gelişme Endeksinde yaklaşık ortalardayız. Açıktır ki, bu durum hiç iç açıcı değil. “Çok Yüksek İnsani Gelişme” tablosunda yer alan gelişmiş ekonomiler bir yana, krizden derin yara almış olan İspanya, İtalya ve Yunanistan’la beraber, komünizmden yeni çıkmış Polonya, Macaristan, Hırvatistan’ın da yanında fazla dikkate almadığımız Kıbrıs da 47 ülkenin bulunduğu birinci tabloda yer almaktadır. Bizim de 90. sırada yer aldığımız ikinci 47 ülkelik listede, Türkiye’nin önünde bulunan 42 ülke arasında Rusya, Romanya, Libya, İran ve çoğu burjuvamızın dudak bükerek baktığı Küba da 59. sırada yer almaktadır.

Ne hazindir ki, bir yandan dünya ekonomileri arasında ilk on sıraya girmeyi hedefleyen, diğer yandan da demokratikleşmeyi ve özgürleşmeyi dillerinden düşürmeyen siyasiler bu tablolara bakmadığı gibi, milleti hayasızlıktan kurtarma çabalarından vakit bulamadıklarından olsa gerek, maalesef, yönetimi iyileştirmek amacıyla ders almak gibi endişeler de taşımamaktadır. Ekonomik gelişme ya da fert başına gelir ölçütü ile insani gelişme ölçütü aynı yönde hareket etmekle beraber, aynı sırada bulunmaları söz konusu olmamaktadır. Fert başına gelir ile insani gelişme ölçütünün farklılık göstermesi, gelir dağılımı ve ekonomik-siyasal örgütlenme modeli ile ilgilidir.

İnsani gelişme göstergesi genel ve yüzeysel göstergelerle ilgilidir. Örneğin, eğitim ölçütünde okur-yazar ve üniversiteye kayıt verileri esas alınır. Bu yüzeysel görüntü nicel durumu yansıtırken, nitel durumu perdeler. Okur yazar olmanın birey olma özelliğinin çok önemli koşulu olduğu varsayımından hareketle yapılan ölçümde nitel dokuya inilmedikçe gerçek görüntü sağlanamaz. Okur yazar olan nüfusun büyük bölümünün feodal yapıların ya da dinsel gericiğin etki ve baskısı altında “insani nitelik” kazanmış olduğu, yani çevreyi gereği biçimde algılayarak, düşünce ve fikir üretmede ve davranışta özgürleştiği ileri sürülemez. Cemaat ve parti arasında sıkıştırılarak, şekillendirilmeye çalışılan bir toplumda proto-tip birey modeline gömülen insanın okur-yazar olmasının anlamı, verilen emirleri okuyabilmesinden ve emirlere uymasından öteye geçemez. Bu model bir insan modeli değil, bir ruhsuz robot modelidir.

Robotlaştırılan insanın okur-yazar olması, onu topluma ve kendine yararlı bir insan olmaktan çıkarıp, ancak okur-yazar cahil kılar. Okur-yazar cahil robotun günlük çıkarlarını tetikleyen emperyalizm ve onun emrindeki siyasetçi, bu yaratığa toplumun şekillendirilmesinde “aydın” rolünü verip hizmetine koşar. İşte bu aydın güruhudur ki, dünya konjoktürünü ve sistem çökerken saldırganlaşan emperyalizmi küreselleşme medeniyeti olarak algıladı ve buna uyum sağlayan AKP iktidarına bugünün yollarını döşedi. Gericiliğin sosyal ve hukuk sistemini topluma tedricen dayatmaya yeltenen AKP iktidarının gerçek yüzünü ancak görerek durumu idrak etmiş olan bu takım, bugün günah çıkarmaya yeltenmek yerine, eğer idrak ve insafları varsa, cehaletlerinin ufkunu ve derinliğini anlamaya çalışmalıdır. Bu insanlar akıllarını daima çıkarları yönünde kullandıklarından, bugünkü günah çıkarmaları, geminin batışından sorumlu değilmiş görüntüsü yaratarak, yeni dönemin üst düzey yalakaları arasına girerek yeni parsalardan pay almaya yöneliktir.

İnsani Gelişme tablosunda 76. sırada yer alarak Türkiye’nin önünde bulunan İran’da Humeyni dönüşümü yaşanırken birçok beyin yurt dışına iltica etti. Ne hazindir ki, Türkiye’nin eğitim niteliğinin gericileştirilmesi yanında, gözü dönmüş yoğun kadrolaşma nedeniyle çok yoğun beyin göçü yaşamaktayız. Cumhuriyet’in doksanıncı yılında, kurucusunun adını dahi ağzına almayan siyasiler ülkeyi gerici eğitim çölüne sürüklerken, üç çocuk dayatması ile cehalet havuzunda kendilerine istikbal aramaktadır. Ne hazindir ki, Atatürk’ün 75inci ölüm yıldönümünde, emperyalizmin tam emrinde, çevre ülkelerle çatışmalı, içeride gericiliğin kol gezdiği bir ülkede bulunmak insana, Lozan’da İsmet Paşa’ya “şimdi kabul etmediklerinizi cebime koyuyorum, zamanı gelince birer birer karşınıza çıkaracağım” sözünü hatırlatmaktadır. Büyük talih ki, Lloyd George’un İngiliz Parlamentosu’nda “Her yüz yılda bir, bir dâhi çıkar. Şu bizim talihsizliğimize bakın ki, bizim dönemimizde bu dahi Türkiye’den çıktı. Mustafa Kemal’i yenemedik…” ifadesi hala geçerlidir!