Emeğin Hakları Forumu

İzzettin Önder'in “Emeğin Hakları Forumu” başlıklı yazısı 15 Nisan 2013 Pazartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

“Neo-liberal saldırının ilk tarihsel evresine sendikal hareketin krizi damgasını vururken, bugün giderek yeni ve yenileyici dinamikler öne çıkıyor. Bir bütün olarak emek hareketinin bu tarihsel evresinde ortak bilinç ve kararlılık, stratejik taktik yaklaşımlar, politik-pratik-örgütsel girişimler nasıl üretilecek? Sendikal hareketin geleneksel kurumlarının yetmezliği nasıl giderilecek, kısırdöngüler nasıl kırılacak? Emek hareketinin kamu ve işçi sendikaları olarak parçalanmışlığı nasıl aşılacak? Bunlar, bu sürecin öne çıkardığı sorunların sadece birkaçı.” Geçtiğimiz hafta sonunda Emeğin Hakları Forumu’nda, iki gün boyunca çok sayıda sendikacı ve akademisyen tarafından bu sorunlar masaya yatırıldı ve tartışıldı. İki gün sonunda bir sonuç bildirgesi yayınlandı ve tüm tartışmaların kitaplaşması karar altına alındı.

İçinden geçilen süreçte emek haklarının nasıl tahrip edildiğinin tartışıldığı toplantıda, birçok soruna parmak basıldı. Hemen ilk ağızda söylenmesi gereken eksikliğin ya da politikasızlığın emek örgütlerinin yeni anayasa çalışmalarında hiçbir şekilde taleplerini açıkça ve güçlü olarak gündeme getirmedikleri olduğu belirtildi. Bazı konfederasyonların ve sivil toplum kuruluşlarının anayasa çalışma komisyonuna talep ve görüş iletmiş oldukları fakat bu görüşlerini kamuoyu ile paylaşmadıkları belirtildi. Sosyal hakların ve emekçi haklarının çiğnendiği ve çalışma alanına yoğun saldırının yapıldığı bir ortamda yeni anayasa şekillendirilme aşamasında emekçilerin sessiz kalması, anlaşılmaz bir tavır olarak nitelendirildi.

Finanslaşma ve dünya nüfusunun proleterleştirilmesi olarak tanımlanabilecek olan neo-liberal politikalarla emekçiler yoksullaştırılırken, sürecin topluma kabul ettirilmesi araçları olarak dinsel ve milliyetçilik gibi kimlikler üzerinden emekçiler üzerinde baskı oluşturulmaktadır. Böylece, neo-liberal politikaların toplumda oluşturduğu sorunlar giderilmemekte, fakat yönetilmeye çalışılmaktadır. Yoksulluk giderilmemekte, sürdürülebilir hale getirilmekte, işsizlik giderilmemekte, sürdürülebilir hale getirilmektedir.

Sistemin yerleştirilmesinde yönetim metodolojisi olarak hegemonya ilişkisi kullanılarak, şiddet ve baskı araçları sıkça devreye sokulmakta ve sisteme direnenler üzerinde linç kültürü uygulaması ya da özel yetkili mahkemelerin devreye alınması yöntemleriyle, bazı grup veya kesimleri dışlama ve karar mekanizmalarının dışına atma yöntemine baş vurulmaktadır.

6356 sayılı Yasa ile yapılan düzenlemeler, 2023 yılını hedef alarak, emek dünyasında yeni yapılanmayı gerçekleştirme adımıdır. Bu yapılanmada taşeron çalıştırma, kiralık ya da ödünç emek gücü, geçici işçilik, asgari ücretin bölgelere göre belirlenmesi ve böylece ortalama ücret üzerinde baskı oluşturmak ve kıdem tazminatının tırpanlaması gibi emeğe mutlak saldırı anlamında düzenlemelere yer verilerek, tümüyle sermaye ve uluslararası emperyalizmin emrinde bir emek dünyası yaratılma yoluna gidilmektedir.

Emek dünyasına getirilen tüm bu ve benzeri yaygın saldırıların, geçmişin sendikal yapıları ve klasik sendikal mücadele yöntemleri ile aşılamayacağı artık anlaşılmıştır. Bu durumda, emek mücadelelerinin tarihinden edinilen bilgilerin de ışığı altında yeni bir sendikal hareketin başlatılması ve bu hareketin fiili mücadele ile desteklenmesi kaçınılmaz görülmektedir. Bu mücadelenin özde toplumun diğer kesimleri ile bütünleşmiş devrimci mücadele niteliğinde olması da kaçınılmaz görülmektedir.

Ekonomik ve sosyal olaylar, görüntü boyutları ve arka planları olarak genellikle ikili yapıya sahiptir. Örneğin, sosyal demokrasiyi emek haklarına yönelik saygın politika olarak görmek görüntüye aldanmaktır. Zira, İkinci Paylaşım Savaşı ile 1970’lere dek Batı toplumlarında yaygın olarak uygulanmış olan sosyal politikaların aslında komünizm korkusundan ve yoğun emekçi mücadelelerin sonucunda uygulamaya koyulmuş geçici ve uzun dönemde sermaye yanlısı politikalar olduğu görülmeliydi. Aynı şekilde küreselleşme politikalarının da enternasyonalizm türü bir demokratikleşme akımı olarak değil, tüm yerkürenin üretim ve tüketim merkezi olarak merkez sermayenin emrine tahsisi uygulaması olduğu görülmelidir. Neo-liberal politikaları da, tüm aldatıcı kavramlarına rağmen, emek dünyasına ve insanlığa, sermayenin saldırı programı olarak görmek gerekmektedir. Bu durumda, söylem ve politikaların yaydığı yanıltıcı görüntüye aldanmayıp, soyut düzlemde sistemin ve işleyiş mekanizmalarının kavranması ve karşıt politikaların buna göre üretilmesi kaçınılmaz görülmektedir. Böylesi stratejik mücadelede ilk hedef kaybedilen mevzileri geri almak olmakla beraber, bu mevziler geri alınıyor olsa dahi, uzun dönemde sisteme yönelik mücadelenin hedefte olması asla unutulmamalıdır. Zira saldırı kısa dönemli ve konjonktürel nitelikli olmayıp, uzun dönemli ve sistemiktir. Bu itibarla sistemin ana hedefte olması kaçınılmazdır. Böylesi topyekun bir mücadelenin, sendikal düzeyde tabandan başlatılıp, tüm toplum kesimleri ile el ele yürütülmesinin gerekliliği, başarı şansı açısından kaçınılmazdır.