Ekonominin hegemonyası

Ekonominin işleyişi tüm zamanlarda ve tüm ilişkilerde başattır. Tarihin ilk çağlarından beri toplumların örgütlenmesi ve yönetimleri büyük oranda ekonominin başatlığı altında şekillenmiştir. İlk dönemlerde insan-doğa ilişkisinin dayatmacı niteliği bireysel davranışları belirlerken, aynı zamanda, toplulukların hem iç hem de birbiri ile olan ilişkilerinin oluşumunda başat rol oynamıştır. Bu nedenle, sosyal antropoloji ve sosyoloji incelemeleri ağırlıklı olarak insan-doğa ilişkisi etrafında, yani ekonomi üzerinde yoğunlaşmıştır.

Sermayenin emek gücünden oluşup ayrışmadığı ilk dönemlerde üretici güç, emek ve fiziksel güç olarak ortaya çıktığından, toplum üzerindeki başat güç de böylece tanımlanmıştır. O kadar ki, karşı karşıya gelen kabilelerde, kabile reisinin gücü, karşı kabile reisinin karısını elde etmesi ya da yanına alabilme gücü ile belirlenir olmuştur. Felsefe ve sanatın, üretim ilişkisi alt-yapısından çok farklı olarak gelişmiş olduğu Antik Yunan’da güç olarak erdem ve felsefe öne çıkmıştır. Devlet ve toplum yönetiminde erdemli kişilerin başat olacağı bir “Atina Demokrasisi” modeli geliştirilmiştir. Her ne kadar adına “demokrasi” denmişse de, bu sistemde kimi aşağı halk tabakasının söz ve oy hakkı yoktu.

Sermayenin ortaya çıkıp başat olmasına dek, derebeylik ve kilise sistemlerindeki zorbalık dönemleri de yine özünde ekonomiye dayanıyor, ekonomik işleyişten aslan payını alıyordu. Ekonomiden aslan payını almasına rağmen ekonomiyi üretme gücü bulunmayan bu sistemler, sermayenin oluşup, kategorik olarak ortaya çıkması ile yerlerinden ve sahte güçlerinden olmuşlardır. Sermayenin tarih sahnesine çıkması ve birikim süreci ile giderek güçlenmesi sonucunda tarihin seyri hayli değişmiş olduğu gibi, devlet olgusu, yapısı ve işlevi değişmiştir. Zira artık kapitalizmin ortaya çıkışı ile üretimin sahibi ile üreticiler adına sistemin bekçiliği işlevi ayrışmıştır. Bu ayrışma ezenle ezilenler ayrışmasını perdelemiş ve sınıflı toplumları “vatandaşlık” dokusu altına toplamıştır.

Sınıflı toplum algılamasının köreltildiği günümüz devletlerinde sermaye o denli başattır ki, geniş manevra alanı ve olanakları ile hemen her alanı denetimi altına alabilmekte ve çıkarı doğrultusunda yönetebilmektedir. O kadar ki, günümüzde giderek yoğunlaşan tekelleşme olgusuna rağmen, ekonomi bilimi, sanki bu gelişmelerden bihabermiş gibi, “üniversal bilim” adına rekabet olgusu ve mantığı üzerine yoğunlaşmıştır ve bu konudaki ısrarını da sürdürmektedir. Sermaye o denli güçlüdür ki, toplumsal dengesizliği üreten piyasa olgusunu denge sağlayıcı ortam olarak öğreti içine sokmaktadır. Giderek merkezileşen, merkezileşirken de merkez ekonomilerde yaşanan kriz üretimini çevresel ekonomilere kaydırarak “emek ve çevre dampingi” üzerinden hayatiyetini sürdürmeye çalışan sermayenin bu saldırısı, üstelik de ezilen halkların aydın olarak nitelediği avaneler tarafından medeniyet atılımı ve rekabetin dünya refahını yükseltici etkisi olarak gösterilmektedir. Daha da ilginci, sözcük anlamı ile “kapitalizm” ile “kollektivizm” arasındaki farkı insanlara sorup, tercih yapmaları istendiğinde, insanların, kapital sahibi olmadığı ve kapital tarafından sömürüldüğü halde, fevkalade bilinçsizce reyini kapitalizm lehine kullanabildikleri görülmektedir. Kısacası, tüm halkları ve devleti de baskı altına alan sermaye, hukuk, eğitim, bilim ve düşünce dünyası gibi üst-yapı kurumlarını da kendi yönünde şekillendirerek, hegemonyasını yayar ve giderek genişletir.

Tarihsel süreç bize, ekonomiye başat olan dokunun insanlar ve toplumlar üzerinde de kaçınılmaz olarak başat olduğu gerçeğini öğretiyorsa, güç odaklarının, yani günümüz toplumlarında sermaye dokusunun belirli merkezlerde toplanmış olması durumunda ne yönetsel ne de tüm diğer alanlarda özgürlük ve demokrasiden söz edilemeyeceğini de öğretmiş olması gerekirdi. Böyle bir öğretinin olmaması da “sermayenin becerisi”dir. Toplumsal örgütlenmelerde yoğun işçiliğin bulunduğu ya da komünizm gibi akımların yükseldiği ve devlet yapılarını ortaya çıkardığı bazı tarihsel koşulların varlığında kapitalist sistemler yumuşatılabilir. Bu durumlarda sosyal demokrasi vb gibi yapay koruyucu uygulamalar geliştirilebilir. Bu tür aldatıcı yapılar o denli sahtedir ki, İkinci Paylaşım Savaşı ertesinden yaklaşık 1970’lerin ortalarına dek Batı ekonomilerinde uygulanmış olan söz konusu “Refah devleti politikaları” ile emekçilerin önemli kazanım sağlamış oldukları savı doğru olsa idi, günümüzde ne emekçiler sefil durumda, ne de sermaye böylesi devasa boyutlara ulaşmış olurdu. Öyle anlaşılıyor ki, emekçiler mutlak iyileşme yaşarken sermaye karşısında göreli gerileme içine girmiş, fakat bunu algılayamamışlar.

Bir gazete yazısı boyutunda ancak bu kadarını açabileceğim tartışmayı şununla bağlamak istiyorum ki, eğer demokrasiden dem vuracaksak, sermaye denen canavarın mülkiyet biçimi üzerinde operasyon yapmak kaçınılmazdır. Bizatihi sermaye bir canavar olarak görülemez. Ancak, sermayenin özel mülkiyeti altında şekillenen sistemler kaçınılmaz olarak sermayenin baskısında demokrasiden yoksundur. Böyle sistemlerde bireylere sunulan seçenekler sermaye tercihine göre belirlenir. Üstelik sermayenin insanlara seçenek sunarken kullandığı kaynaklar da bizzat insanlar üzerinden sömürü ile sağladıklarından ibarettir. Ne hazindir ki, emekçiler kendi ürettikleri değerleri patrona teslim ederken, patronların kendilerine nasıl nimetler(!) sunacağını merakla beklemektedir. Yine ne hazindir ki, bugün işsiz kalan emekçiler, dedelerini rahmetle anarken, onların nasırlı elleri ile ürettiklerini patronlara sunmuş olduklarından sanki bihaberdir.

İşte “Sol Cephe” oluşumu böyle bir mantığın ve gerçek demokrasinin zaruri sonucudur.