Şüphe

Hayır, ama...
Evet, lâkin...
Asla, fakat belki...
Öyleyse de, acaba...
Tamam, ancak...

Benzemezliklerin, uzlaşmaz karşıtlıkların birarada oluşturduğu gerçekliğin beş duyumuzda ve zihnimizdeki yansımalarına “şüphe” ile yaklaşmak... Önümüze konanı sorgulamaksızın kabullenmemek... Çizilen sınırların içinde hapis olup kalmayı reddetmek... “Hayır!” diyebilmek... “Tek doğru budur, bundan başka doğru yoktur!” dendiğinde şüpheye düşmek...

İnsan evladı bin yıllardır bu şüpheyle yaşamasaydı ne olurdu acaba? Hâlâ mağaralarda yaşıyor, duvarlara ellerimizle resimler mi yapıyor olurduk? Taşa toprağa tapınmayı, kızgın tanrılara bakire kızlarımızı kurban etmeyi mi sürdürürdük? Bir boğanın boynuzlarında duran tepsi gibi dünyamızın, dengesi bozularak devrileceği felâket gününün korkusu içinde mi kıvranırdık? Şüphe olmasaydı...

Bilgi dağarcığımızın genişlediği, içinde bir zerrecik gibi varolduğumuz evreni, yaşamı, insanı ve toplumsal yaşamı kavrayışımızın geliştiği oranda kafamıza sorular birikmesi kadar doğal bir şey olabilir mi? İnsanlık tarihi boyunca, şüphe ve meraktan yola çıkmayan bir bilimsel araştırma olduğunu düşünemiyorum. Bu tür düşüncelerden doğan sorulara yanıt arayarak, sonul yanıtları bulduğunu sanarak geldi insanlık bugüne. Ne sorular bitti, bitecek, ne de verilen yanıtlar.

Şüphe, bu anlamda, sağlıklı düşünmenin de olmazsa olmaz bir şartıdır. Bilim insanını, bildiğinin de ötesine götüren itkidir.

Şüpheyle başlayan soru ve ona karşı yepyeni bir seçenek koyma çabası, okuryazar insanın sorunudur.

Evet, ama...

O insanın kendisini de, sorun haline getirme tehlikesini içinde barındırır. Sadece “ama”larla yaşamak, belirsizlikler ve şüpheler içinde yitip gitmek de var işin içinde. Böylece oluşan zihinsel ve ruhsal karmaşanın aşırı uçlarını psikologlara havale ediyorum. Beni düşündüren, sağlıklı düşündüğünü, düşünebildiğini sandığım üstelik yazarak, çizerek, konuşarak çevresini aydınlatmasını beklediğim insanlar.

Kafanda oluşan şüpheyi, birbirini tamamlayacak bir sorular sistemine dönüştüremezsen...
Yanıtlarını eldeki somut verilere dayanarak aramazsan...
Elde ettiğin yeni bulguları, yanıtlar sisteminde bir üst aşamaya yükseltecek bir sentez yapamazsan...
Her “ama” peşine bir “ama” daha takarak içinden çıkamadığın bir karmaşaya sürüklenirsen...
Sonuçta, içine düştüğün karmaşaya kendi dışında suçlular aramaya başlarsan...

Bir dostum, “Aydınlık halleridir, affetmek gerekir” dediydi...

Evet, ama...

Bu “aydınlık halleri” sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok insanın aklını karıştırmaya, aydınlığı pus perdeleriyle örtmeye, dahası, aydınlığı hepten söndürmek isteyen birilerine hizmet eder işlevler kazanmaya başlarsa ne yapacağız?

En kızdığım yakıştırmalarda biridir zaten bu “aydın” sözcüğü. Dilimizde okuryazar insanlara “aydın” demeye alışmışız bir kere. Okuryazardan kasıt, tabii “Ali topu at” cümlesini okuyabilmek değildir. Sadece merak ederek, okuyarak, araştırarak bilgi biriktiren insan da değildir. Süreç içinde kendisi aydınlandığı gibi, kafasındaki aydınlığı çevresine de saçan insandır.

Bu işin “ama”sı falan yok! Ülkemizde, sis, pus ve karanlığın giderek koyulaştığı bir dönemde, ışıyan insanlara bunca gereksinim duyarken, böylesi “aydınlık hallerine” artık kimse tahammül etmemelidir.

Gerçekten iddia ettikleri gibi “aydın olmanın sorumluluğu” ile hareket ediyorlarsa ve derinden bir vicdan muhasebesi yapmak istiyorlarsa, önce “evet”lerinin ve “ama”larının ülkemdeki milyonlarca işçi ve emekçinin yaşamının karartılmasında ne işlev gördüğünü sorgulamalıdırlar.

Evet, bir zamanların en saygın kişilikleri, yapacakları muhasebenin merkezine bu soruyu koyup koymamakta tabii ki, özgürdürler.

Evet, ülkemi basan karanlığı yırtabilecek en temel unsuru “bireysel özgülüğün dayanılmaz hafifliği” adına reddetmekte de serbesttirler.

Evet, ama...

O zaman, bizim de şüpheye düşme ve artık onlara “aydın” demekten vazgeçme hakkımız olduğunu bilmelidirler.