Sonuçları ölümcül bir fars

Bir ülke ki, attığı her adım bütün dünyada yüz milyonlarca insan üzerindeki sömürü ve baskıyı tırmandırıyor. Kışkırttığı darbeler, iç savaşlar ve kimisini bizzat kendi başlattığı savaşlar milyonlarca can kaybına, yerle bir olmuş sayısız kent, kasaba ve köylere; yurtlarından göçmek zorunda kalan onlarca milyon insana mal oluyor. İşte bunca ciddi, bunca ölümcül etki sahibi bir ülkede seçimler yaklaşıyor.

Ve bunca ölümcül ciddiyete karşın, ortada dolaşan iki aktör ülke halkının ve dünyanın gözü önünde pespaye bir oyun sergiliyorlar. Anlamsız atışmalar, karşılıklı mahalle kavgasını andırır suçlamalar, belden aşağı vuruşlar ve her ikisinin de gırtlağına kadar yükselmiş bir seksizm. Yok biri kadınları taciz edermiş, öteki eski başkan kocasının ihanetinden öç almak için... Ağızlarından sözcükler halinde akan pislik, çoktan lağım çukurlarından taştı, taşıyor. Kapitalist dünyanın merkez medyası da kamuoyunun kafasını bu patavatsızlıklarla dolduruyor.

Neden? Bir gerçeği, hangisi seçilirse seçilsin, yeni ölümcül sonuçlar getireceğini örtbas etmek için.

Ve bir gerçek daha var: O ölümcüllük Türkiye’ye teğet geçmeyecek, ülkeyi bir kez daha can evinden vuracak. Öyleyse şu adaylara biraz farklı bir bakış atalım.

Obama seçildiğinde şaşkın solculardan kimileri alkışlarla karşılamışlardı. Siyah Afrika kökenliydi ya... ABD’de ezilen ve horlanan, mağdur “zenci”lerden biriydi ya... Üstelik yakışıklı ve cerbezeliydi. Eşinin de ondan aşağı kalır yeri yoktu. Güzel bir kadındı! Her ikisi de güleryüzlüydü. Ve bu siyah Afrika kökenli aday ülkenin yoksullarına, mağdur yurttaşlarına sesleniyordu: “Yes we can!” (Evet, biz başarabiliriz!)

O sırada sergilenen, ABD’de karakteristik olan ve değişmeyen sahte demokrasicilik oyundan başka bir şey değildi. Oyunun bir ek sahnesi olarak Nobel Barış Ödülünü de, daha ne olduğu ve ne yapabileceği belli olmayan bu siyah adamın cebine koydular.

Mağdur “zenciler”in temsilcisi daha oturduğu koltuğu ısıtmadan ne yapabileceğini, ne yapmak istediğini belli etti: Daha çok sömürü, daha çok savaş, daha çok kan, daha çok yıkım.

Aslına bakılırsa, başka türlü olması olanaksızdı. Neden? Bu süreçlere sınıfsal açıdan bakmayan, emperyalizmin dünyadaki rolünü çoktan unutmuş olduğu için Obamayı alkışlayan şaşkınlar bunun nedenini 14 Ekim tarihinde politika dergisi “New Republik”in yayımladığı bir Wikileaks belgesinde okuyabilirler.

Belge sadece bir e-postadan ibaret. Şu sırada ABD’nin dayattığı uluslararası TTIP anlaşmasının pazarlıklarından sorumlu olan Michael Froman tarafından 6 Ekim 2008’de, yani aynı yılın Kasım’ındaki seçimlerden bir ay önce kaleme alınmış. Bu zat o sıralarda Wall Street’in en büyük ve etkin banka konsorsiyumu olan Citibank’ın yönetiminde imiş. Kime yazılmış? Zamanında “Beyaz Ev”de Bill Clinton’ın takım şefi olan ve Obama’nın yönetimi devralması için hazırlık yapan geçici komisyon "Transition Team"de çalışan John Podesta’ya. Bu beyefendi emir verir şekilde “DİNLE” başlığı altında ve ön adıyla hitap ederek Podesta’ya listeler veriyor. Listelerde kimler yok ki: Kabinede, idarî yönetimde yer alacak tüm yöneticiler ve yardımcıları... Onların yanısıra özel olarak Kızılderili, Arap-Müslüman, Hintli kökenliler... Podesta, “Sen sormamış olduğun halde” diyerek, kadınlarla ilgili isim listesi de eklediğini yazıyor. (Böylece Obama’nın diğer önerileri talep ettiğini anlıyoruz.) Bunlar sözde “değişik çevrelerden tavsiye edilen isimler” imiş. Adam doğru söylüyor; isimlerin değişik çevrelerden geldiği kesindir: Wall Street üzerinden dünya hakimiyetine oynayan tekelci sermayenin, ABD emperyalizminin en azgın temsilcilerinin çevrelerinden...

Gidici olan Barak Obama için bu kadar. Şimdi sıra edepsiz Trump ile bir başka “Demir Leydi” Hillary Clinton’da.

Trump gerçekten aşırı patavatsızlığı, araya sıkıştırdığı faşistoid cümleleri, harlayıp, gürlemesi ve cehaletiyle sanki bir başka cumhurbaşkanının Amerikalı izdüşümü gibi bir şey. Son derece sevimsiz. Çokları hep birlikte duaya çıkıyorlar: “Aman o olmasın da...”

Tabii o olmasın. Kim olsun? Eh, geriye, daha “derli toplu” görüntü veren, üstelik eski bir başkanın eşi olarak da “Beyaz Ev”de oturmuş, sadece odalarının değil, orada dönen dolapların da içini dışını bilen bir politikacı. Çok önemli bir nokta daha var: Kadın!

Şimdi “ehveni şer” olarak bile olsa Hillary’ye (böyle hitap edince daha bir sempatik oluyor!) meyledenlere bu görüntü altındaki militaristi, ABD emperyalizminin saldırgan temsilcisini kim anlatacak? Geçenlerde ABD’deki Sosyalizm ve Özgürlük Partisi'nden Brian Becker’in bir yorumunu okuduk soL’da. O yazıdan da anlaşıldığı gibi, bazı yarım akıllılara yukarıda değindiğim birkaç nokta nedeniyle daha sempatik gelen şu bizim Hillary’yi sadece onlar değil, ABD tekelleri, dev sermaye odakları da destekliyor. Şimdi soralım: “Neden?”

Hillary Clinton, karşısındaki serseri mayına, Trump’a göre ABD tekellerinin denenmiş bir temsilcisidir ve ABD’nin emperyalist politikalarının daha güvenilir uygulayıcı olacağını ABD Dışişleri Bakanı olarak zaten göstermiş bir kişidir.

Ayrıca, ortada gizli kapaklı bir durum da yok. ABD emperyalizminin arkasında duran en saldırgan kesimlere yakın durduğunu Clinton kendisi açıkça söylüyor. Demokratik seçim soytarılığının sözde önemli bir parçası olan Trump’la sahne itiş kakışı sırasında Suriye’deki durumun kötülüğüne değinerek “Beşar Esad’ın karada İran’la, havada Rusya ile işbirliğinden” şikayet etmiş. “Uçuşa yasak bölgelere ve emniyetli bölgelere bakanlığım sırasında taraftardım, şimdi de taraftarım” demiş. Bunun o bölge halkının İslamcı katillerce katledileceğini bile bile bu görüşte direnmesi ne anlama geliyor? Yanıtı Misisipi Senatörü Roger Wicker’in sorusu üzerine ABD Genel Kurmay Başkanı General Joseph Dunford vermiş: “...Suriye’de hava sahasını kontrol altına almamız, Suriye ve Rusya ile doğrudan savaşa girmemizi sağlar.”

Dahası da var: Bu hanımefendi, Irak’ta kullandıkları Özel Kuvvetler’in verdiği eğitimlerle olumlu bir etki elde ettiklerini de iddia ediyor. Ve “Şu anda yapılmakta olanı destekliyorum” diyor. Special Forces denen bu “çok özel” kuvvetlerin önemli bir kısmının özel şirketlere ait silahlı güçler olduğunu ve bunların aslen kimleri eğittiğini bilene çok şey anlatacak ifadeler değil mi?

Kısacası, Hillary’nin ABD Başkanı olması, Obama’nın saldırgan politikasının daha da tırmandırılarak devam edeceği anlamına geliyor.

Ya Trump? O ise bir çeşit soytarılık yapıyor, ama izlediği politikanın hiç de düşünülmemiş ve her seferinde “kafasına estiği gibi” olduğunu iddia etmek saçmalık olur. Aslında Trump, ABD’de giderek konumları sarsılan orta tabakaların kuşkularını dile getiriyor. Öte yandan, işsizliğe mahkum olan ve gerçekten yoksulluğa sürüklenmekteki emekçilerin bilinçsiz kesimlerine sesleniyor. Onların bu duruma gelmesine neden olan “gerçek düşmanlar”ı gösteriyor. Müslümanları, Arapları, Meksikalıları falan... Böylece, son yıllarda Avrupa’da da örnekleri hemen tüm ülkelerde görülen sağcı, popülist politikacıyı oynuyor.

Bir kaza olur da Trump kazanırsa ne olacak? Hiçbir şey olmayacak!

Bugüne dek, ister Cumhuriyetçi olsun, ister Demokrat; hangi başkan döneminde ABD emperyalizmi dünya jandarması rolünden vazgeçti? Ne zaman gerçekten barışçı bir dış politika izledi? Hangi başkan döneminde CIA dünyanın bir köşesinde darbeler, komplolar örgütlemekten elini çekti? Hangi başkan ısrarlı silahlanmayı tırmandırma politikasının peşini bıraktı; CIA ve Pentagon’un dünyanın bir köşesinde yerel savaşlar, iç savaşlar için özel planlar yapmasını engellemeye kalktı? Ne zaman biraz olsun ulusal çıkarlarını gözetme eğilimi gösteren bir hükümeti destekledi?

Trump zaten bunları yapma niyetinde değil. Ama yine de... Dev sermaye gruplarının “ciddiyeti”ne uygun bir portre çizmediği için güvenemiyorlarmış. Seçilir de “kafasına göre takılmaya” kalkarsa ne olur? Ne olacak? Orası Amerika. Batı’nın vahşisi. Uluslarası sermaye devlerinin Western’i. Ona da çare bulmakta gecikmezler.