Hillary Clinton’un hastalığı kimleri sevindirebilir?

Hillary Clinton’un İkiz Kuleler’i anma merasiminde baygınlık geçirmesi ve zatürre olduğunun anlaşılmasının, seçim şansını olumsuz etkilediği söyleniyor. İddia şundan ibaret: “Hillary’nin sağlık durumu, ABD Başkanlığı gibi ağır sorumluluk ve çok yoğun çalışma  gerektiren bir göreve uygun değildir!”

Centilmence bir lâf etmiş olmasına kaşın, Trump’un buna çok sevindiğine kuşku yok. Peki, böylece şansının arttığı söylenen Trump seçilirse ne olacak? Tabii ABD’de bazı şeyler değişecek. Trump, tüm ön seçim konuşmalarında, en başa “Pax Amerikana” politikasına son vererek, “Önce Amerika” politikasına dönüşümün propagandasını yaptı. Bu şu anlama geliyor: ABD, başta NATO olmak üzere tüm –kapitalistlerin “savunma” dediği- müttefiklerine destek verdiği saldırgan askersel angajmanlarından geri çekilecek. Avrupa’daki askersel görevleri Avrupa ülkelerine bırakacak.

Bu, aslında ABD’nin askersel harcamalarını ve silahlanma politikasını  sınırlamak anlamına geliyor sanılmasın. Aksine, Trump ABD‘nin savaş gücünü daha da artırmak, silahlı kuvvetleri daha modern silahlarla donatmaktan yana. Daha da güçlendirilmiş bu saldırganlık odağı kime karşı kullanılacak? (Bu soruyu başka bir yazıya bırakarak Avrupa’ya geçelim.)

Böyle bir şey gerçekleşirse, ABD’nin terk edeceği askersel alanları Avrupa‘da kimler dolduracak? Tabii en başta Almanya ve Fransa. Fakat Avrupa’da bir de AB’den ayrılmış ve tarihsel olarak ABD’nin kararlı müttefiki, son iki yüzyıl boyunca koşulsuz olarak her durumda onun yanında yer almış olan ve dünyanın en büyük ordularına sahip ülkeler arasında sayılan İngiltere var.

Ortalık giderek karışıyor! Bir zamanlar sistem karşıtı ve dünya çapında bir denge unsuru olan Sovyetler Birliği artık yok. Onun yerine, giderek güçlenen ve kendisine ekonomik, politik ve askersel etki alanları yaratan kapitalist bir Rusya Federasyonu var. Bir süredir Emperyalist çekişme pazarında ABD tekellerinin korkulu rüyası haline gelmiş olan Çin Halk Cumhuriyeti de cabası. 

Kısacası: Emperyalist güçlerin 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlattığı Soğuk Savaş’ın bileşkenleri ayrışıyor. Rekabet çeşitleniyor, rakiplerin sayısı artıyor. Bir arada durmalarını zorunlu kılan “ortak düşman” tehdidi ortadan kalktıktan sonra eli serbest kalan emperyalistler arasında süregelen gizli kapaklı çekişme artık su yüzüne yükselecek kadar çoğalmakta ve sertleşmekte.

Birinci Dünya Savaşı‘nın mimarı Almanya, dünyayı ateş ve kana boğduktan sonra yenik düşmüş, fakat bu yenilginin hemen ardından daha da gelişmiş ve dünya hakimiyetine soyunacak güce erişmişti. İkinci büyük savaşa da aynı iddiayla girişti ve bir kez daha yenildi. Ne var ki, bu yenilginin de hemen ardından ekonomik olarak hızla kendisini toparladı. Sadece mamul mallarda değil, sermaye ihracında dünyanın başta gelen ihracatçıları arasında yükseldi. Kendisine geniş politik etki alanları açtı. Askersel yenilgilere karşın, her iki dünya savaşının asıl kazananı sanki Almanya oldu. İşte o Almanya‘nın şimdilerde açıktan açığa emperyalist hiyerarşi içinde ekonomik, siyasal ve askersel olarak en tepede ve tartışılmayacak bir yer talep ettiğini herkes biliyor.

Hemen yakın geçmişte ABD’den Alman sermayesine (Deutsche Bank’a) ve iki alanda dünya çapındaki tekeline gelen hukuksal saldırıların (Siemens’in rüşvet rezaleti ve Volkswagen’in çevre düşmanı manipülasyonu) ardında ABD’nin adalet aşkının yattığına kimse inanmadı. Alman emperyalizminin devlerine yüzlerce milyar dolara mal olan bu davalar, „Aklını başına al, çizmenin boyunu aşma!“ uyarılarıydı. Almanya ise, yapılan açıklamaların satır aralarında bunları pek de umursamadığını ifade etmekte gecikmedi.

Bir zamanlar Napolyon’un, Hitler’in hayalini kurduğu ve askersel yöntemlerle gerçekleştirmeye çalıştığı Avrupa hakimiyetini Avrupa Birliği ile başka yollardan ve kısmen gerçekleştirmiş, dünya ihracat şampiyonları arasına katılmış bir Almanya var şimdi karşımızda. Sadece bu da değil: Tüm Güney Avrupa ülkelerini haraca bağlamış, Doğu Avrupa‘daki eski etki alanının sınırlarını da aşarak Ukrayna’ya dek uzanmış, Baltık ülkelerinde söz söyleyen, Balkanlar’da Yugoslavya’dan tırtıklanan ülkeciklerde söz sahibi, Yunanistan’da iktidar kadrolarını belirleme cüretini gösteren, Afrika’da hakimiyet alanlarını genişletmekte olan bir Almanya… Şimdilerde gündeminin en üst sıralarına yerleşen en yanıcı madde, bu konumunu askersel olarak da tahkim etmek, güvenlik altına almak.

Alman emperyalizmi, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren ve her seferinde belli bir güce kavuşana dek ilerleyeceği yolu ince hesaplarla, sinsice, pek toz kaldırmadan açmaya çalıştı. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Afrika’ya demokrasi ve özgürlük götürme iddiasıyla gitti – dehşet verici katliamlar yaptı. Balkan ülkelerine ve „hasta adam“ Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişmesine katkılarının sonuçları da malum. Sermaye ihracıyla, demiryolları döşeyerek ABD emperyalizminin arka bahçesine Güney Amerika ülkelerine girme cesareti bile göstermişti. Halen de bu yöntemden vazgeçmiş değil. 2010’de Sabık Cumhurbaşkanı Horst Köhler, Çin Halk Cumhuriyeti’ne ziyaretten dönüşte bir Federal Ordu birliğini ziyaretinin ardından bu hesaplı, sinsi yürüyüşü açıklayarak büyük bir suç işledi. Bir radyo söyleşisinde Almanya‘nın Anayasa’ya rağmen Afganistan’a asker göndermesi ile ilgili olarak şunu itiraf etti: “Endişe karşısında, acil durumda, çıkarlarımızı, örneğin özgür ticaret yollarını korumak, bütün bir bölgede olanaklarımızı gerileteceği kesin olan –ticareti, işyerlerini ve gelirimizi olumsuz etkileyecek- karışıklıkları önlemek için askersel müdahale gereklidir. Bu tartışılmalıdır ve ben hiç de kötü bir yolda olmadığımıza inanıyorum.” Ertesi gün tüm siyasiler telaşla ayağa kalktılar ve doğru söyleyeni köyden kovdular! Köhler istifa etmek zorunda kaldı. Bu 2010 Mayıs’ındaydı.

Bu dönem geri dönmez biçimde kapanmak üzere. Avrupa’da demokrasi, özgürlük, toplumsal adalet ve barışın temsilcisi olma iddiasındaki ülkenin peçesinin altındaki çirkin surat, her iki savaşa rağmen hedefinden caymamış beyin kendisini göstermeye başlıyor. Artık, şimdiki Cumhurbaşkanı Joachim Gauck‘un bunu uluorta ilan etmesine izin çıkmış görünüyor. Gauck iki yılı aşkındır her fırsatta “Almanya’nın dünya politikasında daha çok sorumluluk yüklenmesi, daha aktif olması ve sözünü söylemesi gerektiği”ni vurguluyor. Haziran 2014’de Norveç ziyaretinden sonra da açıkça ifade etti: “Son çare olarak askersel araca başvurmak daha baştan reddedilemez.” Ona göre, “askersel müdahale bazı durumlarda kaçınılmaz” imiş – tabii her zamanki bahaneyi eklemeyi unutmuyor: insan hakları ve demokrasi için.

Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller koalisyonunun açtığı patika giderek genişletilerek bir otoyola dönüştürüldü. Ve Almanya tam gaz bu yolda ilerlemeye başladı. Federal Bütçe planlamasında 2016 yılı için onaylanan 34,3 milyar Avro 2020 yılına dek adım adım 39,2 milyar Avro’ya yükseltilecek.

Yani, Hıristiyan Demokrat Partili Federal Savunma (Saldırı) Bakanı Bayan Ursula von der Leyen‘in üstüne yakıştıramadığı üniformasıyla birlikleri dolaşırken verdiği yamuk asker selamı gülmeyi değil, aksine, son derece ciddiye almayı gerektiriyor. Von der Leyen’in selamının arkasında Federal Bütçe’den Federal Ordu‘yu güçlendirme amacıyla ayrılan milyarlarca  Avro, dünya silah ihracatında daha da yukarı tırmanmakta olan askersel sanayi kompleksi ve Alman emperyalizminin dünya politikasında daha çok söz sahibi olma kararlılığı yatıyor.

Şimdi açıktan kendisini göstermeye başlayan Alman Askersel Doktrini’ni halk arasında yaygınlaştırmak ve benimsetmek amacıyla yoğun bir propaganda faaliyeti de başlamış bulunuyor. Ortaokul sıralarından, halk pazarlarına, kermeslere dek heryerde Federal Ordu’yu tanıtım toplantıları yapılıyor, sergiler açılıyor. Meslek eğitimi olanakları giderek azalan gençlere çok cazip kariyer olanakları sunuluyor.

Almanya şimdi bu stratejik hedef doğrultusunda hem yeni olanakları zorluyor, hem de hemen dolduracağı boşluklar oluşması için fırsat kolluyor. Bu bağlamda ABD’nin Avrupa’da “Pax Americana” politikasından atacağı her geri adım, Alman militarizmi için bir ileri adım olacak. Buradan bakınca bazı Alman politikacılarının Trump’un seçilmesi için gizlice dua ettiklerini düşünmek hiç de zor olmasa gerek.

Her iki dünya savaşı öncesinde sosyal demokrasinin Alman emperyalizmiyle işbirlikçiliği, sendika ağalarının işyerleri yaratma ve üç kuruş daha fazla ücreti bahane ederek „ulusal çıkarlar“dan yana saf tutması unutulup gitmiş görünüyor. Alman emperyalizmine ve militarizme karşı giderek daha da acil hale gelen mücadelede ne SPD’yi, ne de sendikaları bütünüyle görmek mümkün değil.  Bu mücadelede yer alan ve şimdilik sadece küçük bir azınlık olan solların bir kesimi de barış mücadelesinin en başta “kendi emperyalistlerine” karşı ve aynı zamanda genel olarak sermaye düzenine karşı mücadeleden ayrılamayacağını yeterince anlamış değil.