Karanlıkta yakamozlar

Aysız gecelerde, sakin bir denize tekneyle açılmış olanlar bilirler yakamozu. Binlerce kıvılcım yanar karanlık sularda. Yavaşça bir kova su çekip, denize dökerseniz, denizden kıvılcımlar yükselir tekneye doğru. Büyüleyici bir görüntüdür. Seyrine doyamazsınız. Hiç bitmesin istersiniz.

Gezi direnişiyle başlayan halk hareketi de öyle oldu. AKP’nin karanlığında, çokların “bu halkın üstüne ölü toprağı serilmiş” falan dediği, gençliğin politikadan uzaklığından şikayet ettiği bir anda, karanlığın en koyulaştığı bir dönemde pırıltılı ışıklar saçmaya başladı.

Görüntüsüyle büyülenmemek elde değildi. Hiç bitmesin istedik.

Olmazdı tabii. Örgütsüz, hedeflerini eylemler sırasında belirlemeye çalışan, ağaçtan parka, parktan İstanbul’un yeşil alanlarına, oradan AKP’nin çapulcu (bu sözcüğü burada gerçek anlamıyla kullanıyorum) politikasına ve sonunda iktidar partisine ve onun başındaki şahsa yönelen hareketin bu haliyle devrime evrilmesini, yani bu toplumu gerçek aydınlığa götürmesini beklemek hayalcilik olurdu.

Nitekim, eylemler yavaş yavaş duruldu.

Yakamoz da öyledir. Işıltılıdır ama, çevresini kalıcı olarak aydınlatmaz. Geçicidir ama, en koyu anında bile karanlığın delinebileceğini gösterir.

Eylemler duruldu, daha başka -kanımca, geleceğe yönelik çok daha belirleyici- çalışma alanlarına kaydı. Şimdi Eylül’e dek bir durgunluk varmış gibi.

Durgunluk dediysem, kimsenin sessiz, sakin durup, beklediği yok. Değişik kesimler, kendilerine göre çalışıyorlar.

İktidar kanadının ve Amerikalı danışmanlarının ne hazırlıklar yaptığını bilemem. O kapalı kutudan her zaman yalan, iftira, entrika, her türden demagoji, olmadı, uyduruk kovuşturmalar, tutuklamalar, her türlü çıfıt döküldüğünü biliyoruz. Biz direnişe katılanlara bakalım.

Komünistler “örgütlenin!” diye çırpınırken, birileri de “partiyi, örgütü falan karıştırmayın” diye kendisini paralıyor. Pırıltının gerçek ışığa, derlenip, toparlanıp bir projektöre dönmesinin önündeki en büyük engellerden birinin propagandasını yaymaya çabalıyor. Saflıktan, bilmediklerinden mi? Kuşkusuz böyleleri vardır içlerinde. Ne ki, toplumsal yaşamın tüm alanlarında, hiçbir boşluk bırakmaksızın örgütlenmiş, üstelik bunu katı bir hiyerarşiye bağlamış bir güçle karşı karşıya bulunanları örgütsüz mücadeleye davet etmek, yenilgilerini koşullandırmaktan başka bir amaca hizmet etmez. Bunu öğrenmek için önce yenilmek de gerekmez.

Komünistler, “2. Cumhuriyet’in tek alternatifi sosyalizmdir!” derken, birileri düzeni yamalarla tamir etmeye çabalıyor. Kimileri kapitalizmin savunuculuğuna soyunmuş, açıktan “düzeni yaşanacak hale getirmek”, “kapitalizmi güler yüzlü yapmak” gibi sevdalarla yanıp tutuşuyor.

Böylelerine karşı mücadele belki daha kolay. Asıl sorun, sosyalizmi hedefler gibi görünürken, onu uzak, çok uzak, ütopyalarda yazılı bir hayal olarak göstermeye çalışanlar. Bunlar demokratik devrimlere bir türlü doyamıyorlar. İstedikleri daha çok ve daha çok, ve her seferinde yeniden burjuva devrimi. Devrim istiyorlar ama, bunun burjuvaziye ait olmasından da bir türlü vazgeçemiyorlar. Burjuva aydınlanmacılığının bu karanlığı yırtacağını hayal ediyorlar.

Aydınlanma derken...

Kökleri Rönesans’a dek uzanan ve burjuvazinin ürünü olan 18. yüzyıldaki aydınlanmanın insanlık tarihine kattıkları üzerine tartışma da bu yüzden sürüp gidiyor. Neden? Burjuvazi, belli dönemlerde ve sıklıkla kendi ürünü olan aydınlanmadan korktuğu ve onunla gelen çoğu değeri çöpe atmaktan çekinmediği için. Her seferinde çöpe atılanları yeni baştan çöpten çıkarmak, temizleyip, paklayıp günümüze yerleştirmekle uğraşıp duruyoruz.

Feodalizme karşı kanla yoğrulmuş mücadeleler sonucu Ortaçağ karanlığını temelden yırtan, insanın birey olarak değerini ortaya çıkaran, ırkından, ulusal-etnik kökeninden ve cinsiyetinden bağımsız olarak onurunu yücelten, sonuçta insan hakları beyannamesine imzasını koyan burjuvazi değil miydi? Ne var ki, burada sözünü ettiğimiz insan haklarını ve insanlık onurunu toplumun sadece bir kesimi için geçerli kılmak üzere ayaklar altına alan da burjuvazinin ta kendisi olmadı mı? Gerçekleştirdiği devrimler sonunda elinin titrediğini, ilk fırsatta feodal yapılarla yeni baştan anlaştığını, yeni kurduğu kapitalist sistem içinde kalıntılarının önemli konumlar edinmesini kabullendiğini, devrim icin yedeğine kattığı işçi ve emekçi yığınları yeni baştan baskı ve sömürü altına aldığını bilmiyor muyuz?

Tarihin sayfalarına kısa fakat akıllıca bir bakış atan herkes görür. Tarih kitaplarına uzanamayanlar da çoğu ülkede halen muhafaza edilen krallıklara, günümüzde de geçerli olan asalet unvanlarına baksınlar. Feodal çağlarda bir yanda iktidardaki feodal beylerle, krallarla çekişirken, öte yanda onlarla kol kola köylü yığınları kana bulayan kiliseye, papalığa sahip çıkışlarına, dahası kilisenin hakimiyetine anayasalarında da yer verişlerine baksın.

Kabul, burjuva aydınlanması olmasaydı bugüne gelemezdik. Ben de bu satırları yazamazdım. Ama hepsi bu kadar. Her seferinde, al takke ver külah, tarihi yeni baştan yaşamaya da son verelim. Burjuva aydınlanmacılığını tarihteki yerine yerleştirip, sosyalist kurtuluşa odaklanalım. Burjuva demokratik devrimleri her seferinde yeni elbiseleriyle sahneye çıkarmaktan vazgeçip, sosyalizmin kuruculuğuna yönelelim.

İşte o zaman sosyalizmin hiç de çok uzaklardaki bir ütopya değil, burnumuzun ucunda duran bir kurtuluş yolu olduğunu fark edeceğiz. Haydi, “elimizi uzatsak tutacağımız” demeyeyim ama...

İşçi sınıfı ve emekçi yığınların örgütlü mücadelesiyle. Yakamozu gerçek ışığa, gerçek ışığı delici bir projektöre dönüştürerek.