Kaleminden çıkanı...

“Oğlum, ağzından çıkanı kulağın duysun!” Böyle derdi anneannem ikide bir. Pek de üzerinde durmazdım. İhtiyar konuşuyordu işte... Aradan yıllar geçti. Büyüyüp, bilinçlendikçe, “söz”ün gücünün farkına vardıkça onu anımsar oldum. Ve artık bugün anneannemin uyarısının ne denli yanlış olduğunu düşünüyorum.

Ağızdan çıkanı kulak duymalıymış. “Söz” bir kez çıkmış ağızdan. Kulağın duysa da, ne işe yarar şimdi bu? Çoktan olan olmuş, duyan duymuştur. Geriye dönüşü var mı? Aslına bakılırsa, “söz” ağızdan çıkmadan tartıya girmeli. Çünkü sözler düşünceler oluşturur, düşünceler de eyleme dönüşür.

Hele bu “söz”, sayanı ve seveni çok olan, ciddiye alınan, söylediğine kulak kabartılan bir insan olursa...

Ağızdan çıkmak bir yana... Söz, bir de yazıya dökülürse ne yapacağız? Gazetelerde, Internet’te yayımlanmış, binlerce göze değmiş, okuyan okumuş, okuduğunu başkalarına aktarmış “söz” akıllara sızmış, belleklere oturmuş. Kimi okuyanlar, “O yazdıysa, doğrudur. Bir bildiği vardır.” demiş. Demekle kalmamış, düşüncelerini o “söz”e göre yeni baştan biçimlendirmiş. O kadar da değil, davranışlarını, eylemlerini de ona uydurmuş.

Ne yapacağız şimdi? “Kaleminden çıkanı gözün görsün” mü diyeceğiz? Hayır! Kulağı, gözü boş vereceğiz! Ve şöyle diyeceğiz:

Teorik bilgini, yaşam deneyiminle birleştirmenin ötesinde, öngörünü de alabildiğine zorlayarak, nereye gideceğini, sonuçlarının ne olabileceğini defalarca tartıya vurmadığın “söz”ü konuşma ve yazma!

“Söz” sana şöhret getirebilir, para getirebilir başına bin türlü belâ da getirebilir.

Sadece bunlar mı?

“Söz” yığınları sefaletten kurtulmak için harekete de geçirebilir, atalet örtüsünün altında uykuya da yatırabilir.

Bence, herkes, her dinlediği ya da okuduğu “söz” bunlardan hangisi için söylenmiş, yazılmış, ona bakmalı.

Hele şu günlerde. AKP iktidarının patinaj yapmaya başladığı... Buna karşın toplumun belirli kesimlerinde memnuniyetsizliğin arttığı... İşçilerin yer yer hak arayışında önlerine konan engellerin farkına varmaya... Alevilerin Sünni İslam tacirlerinin apaçık düşmanlığına karşı direniş odakları oluşturmaya... Aklı başında velilerin, minicik evlatlarını AKP iktidarının rehin almasına karşı durmaya... Giderek daha çok kadının, AKP gericiliğinin kendilerine biçtiği role tepki göstermeye... Üniversite öğrencilerinin imam rektörlere, hacı dekanlara, medrese hocası profesörlere karşı sesini daha da yükseltmeye... Kırsal kesimde köylülerin içinde yaşadıkları doğanın kâr hırsıyla tahrip edilmesine karşı gözünü açmaya... Giderek daha çok insanın, komşu ülkelerle gerilim diplomasisini Suriye ile savaş tehlikesine dayandıran emperyalizmin temsilcilerini tanımaya... Kısacası, sayısı hızla artan her katmandan insanların atalet uykusundan yavaşça sıyrılıp kıpırdanmaya... Ve Kürtlerin... Kürtlere en son değiniyorum, çünkü bu mesele artık çoktan beri bir iç savaş konusudur!

İşte tam bu günlerde, insanların yavaş yavaş tepkilerini ifade etmenin yollarını aramaya başladığı bir dönemde söylenen, yazılan “söz” ne diyor? Amaç kurtuluş yolunu mu göstermek, yoksa uykuya mı yatırmak?

Böylesi dönemlerde saflar keskinleşir. Sağdan yükselen seslere karşın “söz”ünü sola döndüren insanlar da çoğalır. Yığınların nabzını biraz olsun tutmayı bilenler, dinleyici ve okuyucularını kaybetmemek hâttâ onların sayısını arttırmak için ister istemez sola doğru yön değiştirirler. Bu, iyi bir şeydir. Ama yetmez! Ve soldaki asıl tehlike bundan sonra baş gösterir.

Çünkü sol adına söylenen, yazılan her “söz” sola hizmet etmez. Aksine, bir çeşit bulaşıcı virüs işlevi de görebilir, solu dağıtan, onu eylemsizliğe ve örgütsüzlüğe çeken.

“Örgüt “mü dedim? İşte en sihirli “söz”! Aslında en son anahtar da bu “söz”de saklıdır. Nitekim fikirleri aktaran “söz”, yığınların eylemine dönüşse bile, bir gün gelir, hiçbir şey ifade etmeden uçup gider. Yığınların tepkisi de -ister Cumhuriyet mitinglerine yüz binler topla, ister 29 Ekim’de barikatları yık- bir zaman sonra dağılıp, sönmeye mahkumdur.

Bu bağlamda en yakıcı ve önemli anahtar işlevi gören “söz”, Marksist devrimcilerin ısrarla üstünde durduğu, bıkmadan, usanmadan tekrarladığı ve yorulmaksızın uğruna mücadele ettikleri, yığınların örgütlü mücadelesidir. Hakim sınıfların en korktuğu, karşısında tir tir titrediği şey de budur. Yoksa, istediğin kadar soldan git, özgürlükten bahset, demokrasiden dem vur... Hâttâ “Ben bir Marksist devrimciyim!” diye ilan ver. (Emperyalist ülkelerin, en başta ABD’nin üniversiteleri Marksist profesörlerle dolu.) Ne zaman ki, iş Komünistlerin örgütlü mücadele çağrısına gelir, o zaman tehlike çanları çalmaya başlar. İşte o an, “söz”ün hakim sınıflar için bittiği, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar için başladığı andır.

Bu nedenle “söz” eninde sonunda nereye uzanıyor, ben ona bakarım. Kimin “söz”ü, sınıf savaşımının en olmazsa olmazını inkâra uzanıyorsa, onun söylediği, yazdığı “söz” bence “lâf-ı güzaf”tır.