Çıkmaz Sokakta Komşular YURDAKUL ER

Komşularımızı, kardeş halkların yaşantısını birinci elden mercek altına alıp Türkçe'ye aktarmayı alışkanlık haline getirmeliyiz. Tabii, söylemesi kolay, yapması zor. Ama o noktaya iyice de yaklaştık. Tarihimiz ve güncelimizle onların (yani Yunanistan, Bulgaristan, Rusya, Ermenistan, Azerbaycan, İran, "Irak", Suriye ile diğerlerinin) tarihleri ve güncelleri çok fazla iç içedir. Oysa biz komşu ülkelerle ilgili bilgilere hep emperyalist merkezlerin vizöründen baktık. Onların merceğinden geçmiş bilgileri gündemimize almak zorunda kaldık.

İran da böyle.

İranlı, Yunan, Bulgar, Rus, Ermeni, Arap devrimcilerin doğrudan doğruya soL için kaleme alacakları analizleri veya verecekleri mülakatları bu gazetede daha sık görmenin yollarını bulmalıyız. Elbette iyi işaretler var.

Ne demek istiyoruz?

Gamze Erbil, bu haftaki "İran işgali başladı mı?" başlıklı yazısında değindi: "Emperyalist sisteme paçasını kaptırarak sistem içi çelişkiler üzerinden yol alınabileceği yönündeki kurguların bugünkü sistemde hiçbir karşılığı bulunmuyor. Hele ki 'demokratik' Avrupa ile iş yapıp, savaşçı ABD'nin saldırısından korunmak gibi bir kurgu son derece tehlikeli kapılar açıyor. ABD'nin İran'a saldırısı 2003'ten beri 'tehdit' olarak duruyor. İran buna 'bağımsız' olarak direnebildiği ölçüde o tehdidi geriletebildi. Şimdi daha fazla bağımlı bir yola doğru ilerleniyor."

Bu doğru saptamadan hareketle söyleyeceklerimiz var.

İran'daki özelleştirme girişiminin uluslararası anlamını, Michel Chossudovsky, "www.globalresearch.ca" sitesinde bu ayın başında ve "Iran: War or Privatization: All Out War or 'Economic Conquest'?" başlığıyla yayımladığı bir analizde irdeledi. Bu tür olaylara Kuzey Amerika'dan bakmakla bizim gibi ülkelerden bakmak gerçekten de bir ve aynı şey değildir. Bu kadar söylemekle yetinelim ve Erbil'in çizgisinde kalıp İran'ın zokayı yutmak üzere ve hatta buna mecbur olduğunu da ekleyelim.

İran'daki kamu işletmelerinin, pratikte Avrupa, Asya ve Latin Amerika'daki yükselen ekonomilere, onların sermayesine peşkeş çekilmesi, ABD'nin küresel gücünü ne kadar kırar, bilinmiyor. Ama şu, kesindir: Dünya emperyalist sistemi içinde sözde daha küçükleri en büyük patrona karşı kullanma hesaplarının acı sonuçlarını maocu "üç dünya" sözde teorilerinden beri pek iyi biliyoruz. Onun, devrimciliğe düşman ve karşı devrimciliği (neoliberal karşı devrimi) iştahla besleyen bir bataklık olduğunu yaşadık. Gördük.

Tabii, çeyrek yüzyılı fazla yakın bulan, biraz daha geriye gidip tarihimizden de örnek çıkarabilir. Yok değil çünkü var. Nitekim, şu "Sultan Abdülhamid Han" hayranları, cumhuriyet kuşağının yetişmesinde bir biçimde ve istemeden payı olan bu padişahın, "düvel-i muazzama" denilen büyük emperyal güçleri birbirine karşı kullanarak "Devlet-i Osmanî"yi ayakta tuttuğuna boşuna inanmazlar. Bu mavalı çok sık tekrar ettiklerini biliyoruz.
19'uncu yüzyılın sonu ve 20'nci yüzyılın hemen başında...

Ama biz bir de biliyoruz ki, Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılmasından 10 yıl sonra Osmanlı, Anadolu'nun ortasında küçük bir eyalet-devlet boyutlarındaydı ve ondan 5 yıl sonra da tarihten tümüyle çekilip yerini Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakmıştı.

O zamanlar, öyleydi.

Yüz yıl sonra, sosyalizmin kurulup sahneden çekildiği bir modern zamanda, bu hesapların tutması hiç mümkün değildir. Hiçbir yerde.
İşin içinde sosyalizm inadı ve onun ittifak politikaları yoksa, böyle, efendileri birbirine karşı kullanma yolları, imam akıllı bakkalların kahve sohbetlerinde takılıp kalmaya mahkumdur.

Ancak...

Ancak, bu Abdülhamid çizgisinin, "Mollalar İranı"nda böyle tezahür etmesi, çok da şaşırtıcı olmamalıdır. Değildir. Sonuçta, komşumuzdaki aydınlanma düşmanı gaddar dinci iktidar, ki solun kanı üzerinde kurulmuştu, belki Amerikan karşıtıydı, ama Avrupa (özellikle de Almanya) ve Japonya gibi diğer emperyalist merkezlerle can ciğer kuzu sarması bir yolu tercih etmişti.

Eşitsiz gelişme yasasının bir şakası mı?

Mümkündür.

Şöyle ya da böyle, "Şah İranı" ile sonrasındaki "Mollalar İranı", görece farklı kapitalizmlere sahne olmak zorundaydı. Amerikan karşıtlığının ve kendi içine, özellikle de dine kapanmanın, antikapitalist ve bağımsızlıkçı bir yol için yeterli olacağını da kimse iddia etmedi zaten. İkinci Dünya Savaşı ve antifaşist cephe akla yanlış yerden girmesin. 1989 küresel karşı devriminden sonra emperyalistlerin birbirine karşı kullanılması, eğer işin içinde sosyalist bir irade yok ise, fazla ciddiye alınmamalıdır. Sürtüşmelerin kendi başlarına bir şey getirmeyeceği açıktır.

Peki, İran, geçen yüzyılın başında Osmanlı'nın bitişini damgalayan politikaları mı, yoksa bugünkü Türkiye'nin tasfiyesini hızlandıran politikaları mı uygulama peşinde? Bu sorunun nihai yanıtı için yine de İranlı devrimcilerin değerlendirmelerine ihtiyaç var. Onların nasıl gördüğünü bilmek zorundayız.

Daha önce bu gazetede değinmiştik bir de o var: Türkiye'yi tasfiyeyle görevli uşak imamlar güruhu (AkP) ile koalisyon ortakları (AsP ve diğerleri), emperyalist sermayeyi ne kadar çok Türkiye'ye bağlarlarsa, yani ülkemizi haraç mezat ne kadar çok yabancı sermayeye "okuturlarsa", küresel krizin sonuçlarından o kadar masun kalacağımıza inanabiliyor. Bu boş inancın, şimdi az farkla İranlı molla kapitalizminde de geçerli olduğunu görüyoruz. Gerçi Tahran yönetimi, enerji kaynaklarındaki bolluk nedeniyle, bu alanda Türkiye'den biraz daha geniş bir hareket alanına sahiptir. Tamam.
Tamam ama, nicel bir fark bu.

Zaman zaman son derece yararlı analizlere imza atan Chossudovsky de, sözünü ettiğimiz değerlendirmesinde, özelleştirme üzerinden falan ya da filan emperyalist ülkeden gelecek yabancı sermayeye bel bağlamanın sonuçsuzluğuna işaret ediyor.

İleride tekrar açmak üzere, şimdilik kaydıyla, kapatabiliriz: Emperyalizmin İran'ı vurmaması çok zor. Ama buradan bir işgal pratiği çıkmaz. Buradan, soL bünyesinde daha önce de dikkat çektiğimiz "parçacıklar siyasetinin" nedenselliği içinde bir arayış çıkar. Dün Berlin'i fetheden "demokrat" Obama da o planın bir parçasıdır ve Brzezinski sülalesinin şimdilerde Barack Obama destekçiliği boşuna değildir. Avrasya'daki her dil ve dinden bir devlet çıkarmaya çalışan bu korkunç antikomünist histeri, baba Zbigniew Brzezinski ile kızı Mika ve oğlu Mark, herhalde sadece Rusya'yı hedeflemiş değildir. İran gibi nüfusunun neredeyse yarısından azı Fars olan bir ülkeyi öylece bırakmayacakları açıktır. İran'da parçacıklar siyasetinin tetikçisi, belli enerji hatlarına şiddetli bir saldırı olacaktır. Milliyetlerin ayaklanması bu yolla tetiklenecektir. Tehdidin sürmesinin ardında bu hesap var.

İşte Tahran, bunu, özelleştirmelerle kamu zenginliklerini "Öteki Batı"ya pazarlayıp ABD'yi tırmalayarak engelleyebileceğini düşünen bir zihniyetin elinde esir.

Ankara'nın imamları ile Tahran'ın mollalarına bakınca "kan çekiyor" da diyebiliriz.

Çıkmaz sokakta siyaset, böyle oluyor demek ki.

Şimdilik burada duralım.