Sır!

Her fırsatta, artık hangi Batı merkezinde duyup akıllarına sokmuşlarsa, "resmi tarihe" veryansın edenlerin, gözlerinin önündeki "gayrıresmi tarih" belgelerine ilgi göstereceğini bekleyecek değiliz. Ama olup bitenleri farklı değerlendirdiğimiz açıktır: Türkiye artık bir ölüm-kalım savaşı içindedir ve buradan ya sosyalizmle çıkılacak ya da Türkiye denilen bu yaralı şiir yarım kalacak. Kanla boğulacak. Acı.

Peki, böyle bir ortamda resmi tarih kimler tarafından sorgulanıp yenilenecek?

Elbette bakışa ve arayışa göre değişebilir, ortada mutlak bir doğru yok, ama sonuçta bu da bir öneridir: Sonuna yaklaştığımız 2011 yılı içinde Türkçe kitap dünyasında, en azından bu satırların yazarına göre, en önemli iki kitap, tarihimizin çoktandır yepyeni bir aşamaya girdiğini göstermiş oldu.

Birincisi, geçen yıl "devrimcilerin 12 Eylül’ün mağduru değil muhatabı olduğunu" söyleyerek, yüz binlerce insanı sarsan Oğuzhan Müftüoğlu’na aittir. Adnan Bostancıoğlu’nun hazırladığı bir "nehir söyleşi" bu: "Bitmeyen Yolculuk". Müftüoğlu, bu mütevazı kitapla, Türkiye toprağının derinlerinde akan bir ırmağın hallerine, bir büyük kavganın ayrıntılarına dikkat çekmiş oldu. Yeni şeyler öğrendik. Trajedi, bu önemli kitabın, Türkçeye ve Türkiye devrimci hareketine düşman bir yayınevi bünyesinde okur önüne çıkmasıdır. Bu, belki de bizim tarihimizin özgün bir cilvesidir. Unutulmaz Mihri Belli de anılarını, o soylu yaşamını, Türkiye’yi soyup soğana çeviren bir yayın tekeli bünyesinde yayımlamıştı. Kim bilir neler böyle bir kararı zorunlu kılmıştır? Oğuzhan Müftüoğlu ve soylu kavgasına saygımızın, kitabını layık gördüğü yayınevi nedeniyle yine de fazla hasar gördüğünü söyleyemeyiz. Bir kırıklığımız olduğu açıktır, ama karşı karşıya olduğumuz ömür, önünde saygıyla ayağa kalkacağımız bir ömürdür.

Tabii onu bazı açılardan kompanse eden bir başka kitap ve yayınevi var.

İkinci kitap, dedik. Bu kitap, yeni yüzyıla ve Türkçeye, galiba Kemal Özer'in güzel bir şiirinde kullandığı imgeyle, şeker kamışı tarlasına giren bir bıçak gibi dahil olan Yordam Kitap’ın armağanıdır. Yaşar Ayaşlı’nın "Yeraltında Beş Yıl" adlı bilançosu, Türkiye solunun nasıl soluk soluğa bir akış olduğuna, bitti denilen yerde nasıl yeniden başladığına, cehennemin içinde insan sevgisinin nasıl yaşatılabildiğine bir başka örnektir. Yordam Kitap, Türkiye solunun yüzünü ağartan dört dörtlük bir yayıncılık başarısıdır.

Eğer bu kitaplar varsa, Türkiye’nin çok uzun yıllardır bambaşka ve bize anlatılanların dışında bir tarihe sahne olduğu rahatça ilan edilebilir.

İki tarihsel kişiliğin, zaman zaman birbirlerine ve siyasal çizgilerine sert eleştirilerde bulunduğunu gördüğümüz iki kitap, büyük devrimci akışımızdaki karakterlerin, birbirlerini ne kadar ağır eleştirirlerse eleştirsinler, aynı akışın parçaları olduğunu gösteriyor.

Asıl önemlisi, Türkiye’nin, belki kendi alanlarında başarılı, ama her zaman tuzu kuru kimi sinemacıların ağzına değil, bu devlerin mütevazı anlatımlarına sığacak kadar büyük olduğunu görüyoruz. Acıyı, direnci ve umudu, sanatçılar değil, bu alçakgönüllü devler temsil ediyor.

Birbirlerini eleştiriyorlar, dedik. Çünkü birbirlerinin akrabası olduklarını biliyorlar. İtiraf etmeyi pek yakışır bulmadıkları sevgileri, birbirlerine duydukları sevgi, çok büyüktür bu nedenle bazen eleştirinin dozu da kaçabiliyor. Bu büyük akışta, Mahir’den Dr. Hikmet’e, Behice Hanım’dan Deniz Gezmiş ve Mustafa Hayrullahoğlu’na, Türkiye tarihinin en büyük acılarını sessiz sedasız omuzlamış on binlerce devrimci militanı hep birlikte görüyoruz. Bir sevgi okyanusu bu. Görmek isteyenler için tabii.

İki kitap, iki yazar, Müftüoğlu ve Ayaşlı, gayriresmi tarihi sadece yaşamakla kalmıyorlar, ayrıca o tarihin ayrıntılarını "tahsil edilmek üzere" sonraki kuşaklara bırakmayı da bir görev sayıyorlar.

Oradayız.

Oradayız ve bu devlerin sırtında yükselmeden, onları tahsil etmeden yeni bir tarih yapılamayacağını ve yazılamayacağını hatırlatmış olalım. Isaac Newton’un sözüdür: "Eğer ben diğer insanlardan biraz daha uzağa bakabildimse, bu sadece devlerin omuzlarında durabildiğim içindir" diyordu. Devlerimiz: Omuzlarını yeni devrimci kuşakların ayakları altına, bütün yüce gönüllülükleriyle seren insanlarımız. On binlerle ifade edilebilirler. Dünyanın bu konuda az sayıda zengin topraklarındayız.

Galiba hep birlikte bir sırrı paylaşıyoruz.

Hani geçen hafta Belkıs Önal Pişmişler, bu gazetede, 25 yaşında bu topraklara körpe ömrünü serip giden bir devrimciyi, Necdet Pişmişler’i hatırlatırken hepimize sormuştu ya... O sırrı paylaşıyoruz.

Bir sır?

Ömrünü büyük acılarla halkının ayakları altına sermeyi seçen devrimcinin üzerine eğilen kadın, Türkiye, ona nasıl bir sır vermektedir?
Yanıtı çok.

Büyük acıların üzerine serin elini uzatan Türkiye adlı kadın, ölen veya ölümün eşiğinden şans eseri dönecek bir devrimciye gerçekten de bir sır vermektedir. Söylediği herhalde şudur: "O sır sensin çocuğum! Sen hepimizin sırrısın!"

Bize ve bizden sonrakilere bu sırrı taşıyan, cehennemin içinden özgürlük ateşini söküp alan o çocuklara selam olsun.

Aşkolsun!