Almanya Avrupası ve Paris’in "Ermeni Yasası"

Fransa’nın "Ermeni Soykırımı"nı kendince yasalaştırması, bir yanıyla tam bir illüzyondur. Fransa’nın yaşlı kıtadaki ve dünya emperyalist sistemi içindeki yerine yönelik bir yanılsama: Paris, hiç öyle sandığı yerlerde değil. "Cirmi", sandığından çok daha küçük bir yer yakıyor. Berlin yoksa, Paris’in pek bir anlamı bulunmuyor.

Bir sıralama, bu. Demek ki bu yasa girişimi, aslında çok başka bir şeyi kanıtlamış olacak, bunu yakında hepimiz rahatça göreceğiz: Avrupa’nın gerçek sahibi Almanya’dır ve Berlin’in önayak olmadığı veya sonradan da olsa tam destek vermediği hiçbir girişimin yaşama şansı yoktur.
Bunda şaşılacak hiçbir şey bulunmuyor. Sonuçta, emperyalizm de eşitsiz gelişme yasasına tabidir ve zaten onun ürünüdür: Emperyalistler arasında zaman zaman kanlı öncülük çatışmaları ve kabullenememe ("haddini bilememe") halleri yaşandığına da tanığız.

Şu, kesin: Berlin yoksa, Paris’in bir anlamı yok.

Ermeni meselesinde de Berlin’in ağırlığı yoksa, ki şu sıralarda hiç öyle yarım akıllı Sarkozy’nin sularında olduğunu söyleyemeyiz, Paris’in pek bir borusu ötmez. Ama mekanizma da harekete geçirilmiştir. Yani Berlin’in, Paris ve diğer Avrupa’nın eğilimlerine uzun süre direnmesi için ortada bir neden de bulunmuyor. Paris de zaten Berlin’den bazı işaretler almasa bazı çıkışlara cüret edemez.

Dolayısıyla, her yıl biraz da küçülen Avrupa devletleri karşısında sürekli büyüyen Almanya ve bir büyük siyasal birim olarak fazla göze batan Türkiye’nin, er ya da geç bir cepheleşmeye mahkum olduğunu söyleyebiliriz.

Buraya, bu noktaya, bu "Almanya Avrupası"na elbette bir anda gelmedik.

Bir süreç sonunda ulaştık.

Avrupa’nın sahibi olduğunu son AB doruklarında art arda ilan etti Almanya: Krizden kurtuluş için izlenecek tasarruf politikalarının inatçı sahibidir. Belki bu yüzden Merkel’in partisinden çenesi düşük bir politikacı, CDU/CSU Meclis Grubu Başkanı Volker Kauder, bu acımasız kemer sıkma politikalarının Avrupa’ya zorla kabul ettirildiğini, ulusal egemenliğin falan çöpe atıldığını "Avrupa’da artık yeniden Almanca konuşuluyor" sözleriyle ilan etme ihtiyacı duymuş olmalıdır. Berlin, yakında çeşitli vesilelerle Türkiye’nin de sahibi olduğunu ilan edecektir. Belki şu anda pek gerek duymuyor olabilir, ama tam eşikte, yani Türkiye resmen parçalanırken varlığını gösterme ihtiyacı hissedecektir: 100 yıl önce ve 100 yıl sonra...

Bu dünya sistemi içinde bu Türkiye’nin artık yaşama şansı yok.

Ama Fransa’nın bu süreçte ciddiye alınabilecek bir etkisi de yok. İşte Paris, çaresiz, zayıf ve bayağı Paris, özellikle Sarkozy, bu acı gerçeği görmek istemiyor. Tıpkı Türkiye oligarşisinin de gelinen noktayı ve ülkenin nihai sona yaklaştığını görmek istememesi gibi...
AKP bir Amerikan ürünü olmaktan çok, galiba Milli Görüş bağlantısıyla birlikte bakıldığında, Avrupa Almanyası veya Almanya Avrupası’nın damgasını ve desteğini taşıyan bir projedir. Washington, kuşkusuz bu projeye destek vermeyi gerekli görmüştür. Ama projenin gerçek sahibi, bunu Washington’a kabul ettiren, Avrupa’dır "Almanca konuşulan Avrupa" demek daha doğru...

Şaşılacak hiçbir şey yok süreçte.

Yani Avrupa’nın olduğu kadar Türkiye’nin de çoktandır bir Alman sömürgesi, hadi "reel ekonomisi nokta-i nazarından" daha doğru bir eski tabiri kullanalım, bir "Alman müstemlekesi" olduğunu görmek zorundayız. Elbette yeni kolonyal ilişkilerin eskilere aynen benzemesi gerekmiyor: Askeri öncelik yerini ekonomik önceliğe bırakabilir.

İdeolojik öncelik, kesindir: 1989 yılında sosyalizmi Avrupa’dan söküp atan karşıdevrim dalgası veya kapitalist restorasyon, nobran Amerikalı kendini ne kadar kandırırsa kandırsın, öncelikle "Alman sivil toplumculuğunun" veya, daha genel bir başlık altında baktığımızda, "Alman solunun" başarısıdır. Egemen çizgileriyle Alman solu, sözcüğün tam anlamıyla emperyalist bir projedir ve geçmişinde sosyalizmi yaşlı kıtadan silmek gibi bir başarı yatmaktadır. Peki.

Demek ki son ve ağırlıklı söz, Avrupa’da artık Almanya’nındır. O, terazinin kefesine ağırlığını tam olarak koymadığı sürece, bu hareketten kalıcı bir sonuç alınamaz.

Kanada, ABD’yi sürükleyebilir mi ki, Fransa Almanya’yı sürüklesin?

1990 sonrasında "Almanya’nın artık dünyanın büyük güçleri arasında bir büyük güç" olduğunu kaydeden ve Avrupa’daki Fransa ve Doğu Avrupa ile ilişkisini de ABD’nin Amerika kıtasındaki Kanada ve Latin Amerika ile ilişkileriyle paralellikler kurarak çözümleyen Prof. Dr. Georg Fülberth’in saptamaları gerçeği imlemektedir. Almanya Avrupası’nın, 20’nci yüzyılın başında olduğu gibi yine bir sömürgesi olarak bitişin eşiğinde bulunan Türkiye’nin devrimci genç kuşakları, sahip Almanya’nın tarihini Fülberth’in "Finis Germaniae" kitabını ("1945 Sonrası Alman Tarihi") okuyarak daha rahat anlayabilir.

Gelmek istediğimiz yere yaklaşıyoruz.

Yukarıda sözünü ettiğimiz 1989 karşıdevrimi, bir yanıyla pek sağlıklı bir sonuç verdi: Yani, sosyalizmden geri dönüşün, kapitalist restorasyonun hiç de öyle zor olmadığını acı acı öğrendik. Reel sosyalizme egemen olan ve önce kadro sonra da halkların çürümesini kolaylaştıran kadercilik ("sosyalizmden geri dönüş yoktur"), restorasyonu neredeyse imkansızlaştıran bu ruhsuz ve sınıf mücadelesi düşmanı tuhaf efsane, bir anda yerle bir oldu. Ama sosyalist deneyimler de yerle bir oldu.

Neyse, 1989 sayesinde, sosyalizme sızmış kaderciliği kovma şansı elde ettik. Kendimizi bu kadarcık avutmuş olalım.

Ama Almanya bu arada Avrupa’yı tekrar ele geçirdi. Eski yöntemlerle değil. Nazizmden Alman burjuvazisinin nefreti inandırıcıdır. Alman emperyalizminin önünü kestiği ve ABD’in arkasında 60 yıl yitirdiği için affetmiyorlar. Hitler, aslında bir devamcıydı. Biliyoruz ki, 1914 yılında Türkiye’yi de avuçlarına almış olan Alman İmparatorluğu Kanzleri Bethmann Hollweg, Orta ve Kuzey Avrupa’da Alman egemenliğinde bir ekonomik birlik öngörmüştü. Bu politikanın bugüne kadar ve Türkiye’ye de değecek şekilde geliştirildiğine tanık oluyoruz. Yunanistan Komünist Partisi’nin ülkeyi felakete götüren politikaların merkezinde Almanya’yı görmesi, Angela Merkel’i gamalı haçla süsleyen karikatürlerin gösterilerde taşınması vs gözümüzü açtı. Son 30 yılda Doğu Avrupa’dan İran’a kadar uzanan bir Alman koridorunda oynanan oyunların içindeyiz.

Örnek çok. Türkiye tekstil ihracatında kendince rekorlar kırarken, isteyen Alman makine imalat sanayii rakamlarına bakabilir, Almanya’nın tekstil makineleri ihracatının bir ara en büyük müşterisiydi. 90’lardan söz ediyoruz.

Bu yıl Almanya dünyanın üçüncü büyük silah ihracatçılığına terfi etti ve SIPRI istatistikleri, 2010’da Alman silah ihracatının yöneldiği en büyük üç ülkenin Yunanistan, Güney Afrika ve Türkiye olduğunu gösteriyor. Yani bugünlerde Ege’de birbirine efelenen Türkiye ile Yunanistan, birlikte, bu ihracatın dörtte birini emiyorlar "müşteri" olarak ve, ne acıdır ki, birbirleriyle didişiyorlar.

Demokrasinin başka tarifi var mı?

Emperyalizmin başka tarifi var mı?

Ama emperyalizm içinde bir öncelikli ülke sıralaması mutlaka var.

Ermeni meselesinin nerelere uzanacağına karar verecek olan Paris değildir, hatta Washington da değildir, Berlin’dir.

Son günlerde ana medyanın cahil kuşları da, ekonomi sayfalarında falan, bu Almanya’nın Türkiye’nin en büyük ve en önemli dış ekonomik partneri olduğunu hatırlamaya başlamadı mı?

Türkiye’nin bitiş düdüğünü, onun reel ekonomisini çoktan ele geçirmiş bir ülke çalabilir. O ülke Almanya’dır ve bu anlamda Paris’in tek başına çıkışlarının, Berlin’siz fazla bir anlamı yoktur.

Ama Berlin’in bu tür çıkışlara kayıtsız kalması ve "ileriye taşımaması" da mümkün değildir.

Göreceğiz.