İki dünya arasında

Hangi alanda olursa olsun, inançlı olmak şüphesiz ki değerlidir. Bilimsel akla inanmak, doğaya inanmak, geleceğe yahut tanrıya inanmak… Fakat insan olabilmenin birincil koşulu, kimilerinin kafalar keserek dikte ettiği gibi, tek başına bir dine inanmaktan geçmez kuşkusuz. İslam’a “en çok” inanıyormuş gibi yapıp, İslam’ın en özel söylemleri ile “bakara, makara, kukara” yapan aklı evveller de az değil yazık ki. Bizce temel olan, insanlığın ortak birikimini kalbinde hissetmek ve onun gereğini yapmaktır.

“Bizden” kastım, evrenin ve insanın varoluşunu akılla kavramaya çabalayan insanlardır elbette. Varoluşumuzu akılla kavramaya çalışırsanız “Soma’da yaşananlar cinayettir” diyorsunuz. Varoluşu göksel olaylara, ilahi ruhiyete bağlarsanız “Soma’da yaşananlar, olayın fıtratındandır” diyorsunuz. Mesele bu kadar basittir aslında.

Bizim düşüncemize sahip dünyalılar, hiç yüzünü görmedikleri insanların mutluluğu, yeni doğmuş bir çocuğun gülümseyişi için, gözünü kırpmadan canını verebilirler. Kimi toplumsal olaylar bunun kanıtıdır, tanığıdır. Biz ler ki, yaşamayı en kutsal görev bilen insanlarız, yine de bir başka yaşam için ölmeyi göze alabiliriz. Şair Baba’mızın dediği var ya hani:

“Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda

yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin, yaşamak olduğunu bildiğin halde…”

Bunu yapabiliyor musun? En soylu insan sensindir o zaman. Biz buna inanırız.

Aynı durum halklar için de böyledir. Sözgelimi Japonlar. Ne Hıristiyan’dırlar, ne Musevi, ne de Müslüman. Ne peygamberleri vardır, ne de kutsal kitapları. Fakat özgün değerleri ve yaşamsal ilkeleri ile bütün yeryüzüne ağır dersler verebilecek büyük bir kültürü barındırırlar içlerinde. Geçtiğimiz aylarda bir nükleer facia yaşadılar, televizyonlarda izledik, gidip gelenler anlattılar, nasıl vakar içinde olduklarını. Başbakan, olayın hemen arkasından, facianın bütün sorumluluğunu üstlenerek istifa etti. Sorumlular istifa ettiler. Bilmem ki “harakiri” yapanlar olmuş mudur? Çünkü o eylem de onların “fıtratında” var.

Onların acısı da büyüktü, tıpkı bizim Soma’daki acımız gibi. Fakat hiç kimse tokat yemedi, dövülmedi, sövülmedi. Acıyı yatıştırmak için giden bakanları kimseye hakaret etmedi. Özel kalem müdürleri kimseyi tekmelemedi. Civardaki bütün din adamlarını acı bölgesine sevk etmediler ama acılarını en soylu biçimde yaşadılar. Sorumlular sorumluluğunu bildi ve gittiler… Kalanlar, hiçbir dövünme ya da aşırı hareketlerle acı ifade eden görüntüler sergilemediler, üzüntünün kendisini yücelttiler… Bizde üzüntüyü yüceltenlere meydanlarda neler yaptıklarını yeryüzü utançla izliyor. Hatta dünya basınında bu haksızlığa, zulme, saldırıya karşı çıkan gazeteciler bile hakaretten payına düşeni alıyor. Hem de en ağır biçimde.

Hadi bir örnek daha verelim, Soma’daki acılara gömülmüşken, gözden kaçıranlarınız olmuştur. Japonya ile aynı kıtada bir başka ülke Güney Kore. Öğrencileri taşıyan bir feribot battı geçenlerde ve 300 kişi hayatını kaybetti. Ne oldu dersiniz? Devlet Başkanı bütün sorumluluğu üstlenerek, mazeretler yaratmadan, o çocukları kendisinin koruyamadığını itiraf ederek, ağlayarak, halktan özür diledi. Vee Başbakan Chung Hong-Won ve olaydan sorumlu olabilecek bütün yetkililer istifa ettiler…

Demek ki neymiş? “Kinli, dindar nesiller” değil, sevgili, insan nesiller yetiştirmek gerekirmiş. Demek ki asıl mesele, insanlığın ortak değerlerini yüceltmekten geçermiş… Belki bizde de bir gün, insanlığın bu ortak etiğini anlayan yöneticiler olur da, bunca utançtan kurtuluruz.