Kifayetsiz muhterisler çağı

AKP dönemi sert bir ekonomik kriz ve Bülent Ecevit hükumetine yönelik bir darbenin ardından Kasım 2002’de başladı. Parti, Mart 2003’te “Tezkere Krizi” ile test edildi ve Temmuz 2003’te “Çuval operasyonu” ile başlatılan bir sürecin anti kahramanı oldu. İktidara gelişi Ortadoğu’ya yönelik büyük bir operasyonun işaret fişeğidir; operasyon başarısız olmuştur ve bitmek üzeredir. Buna kısaca Tayyip Erdoğan yükselişi ve düşüşü de diyebiliriz, sakıncası yoktur. 

Recep Tayyip Erdoğan’ın kim olduğunun hiçbir önemi yok aslında. Olağanüstü şartlar olağanüstü rol dağılımlarına sebep olmasa muhtemelen Rize’deki uyanık müteahhitlerden biri olurdu. Ancak şartlar olağanüstüydü, Türkiye’ye biçilmiş bir rol vardı ve bu rolü oynamak ona düştü. “Kimdir” sorusuna verilecek yanıt da bu nedenle önemli. Siyasi müteahhit, inşaata ve betona tutkusu her şeyin ötesinde. Öbür yandan, kendi deyimiyle “Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı.” Yani emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden tasarımlama projesinin gönüllü yancılarından biri. Bu role kendini o kadar kaptırmıştı ki, henüz çiçeği burnunda bir BOP eş başkanıyken, The Wall Street Journal’a güya bir makale yazıp Irak’ta tarihin en büyük katliamlarından birisini yapan Amerikan askerleri için, “Kahraman Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dönmeleri için dua ediyorum” demişti. “Din kardeşleri”nin incineceğini bile bile söyledi bunu. Abdülhamit için “Müslümanlığı samimi ancak İslamcılığı siyasi” denirdi. Abdülhamit’e özenen bu adamın ise sanki her şeyi siyasiydi!

Hayal bile edemeyeceği şeyleri “olmak” için yanıp tutuşan bir kifayetsiz muhterisler döneminin açılışıdır bu. Onunla birlikte dünyanın pek çok ülkesinde hırsları sınırsız ama yetenekleri pek kıt adamlar-kadınlar iktidara geldiler. Ülkelerini ABD’nin arkasına dizerek Ortadoğu’yu şekillendirmek istediler. Yıktılar ama kuracak yetenekleri yoktu, bırakıp kaçtılar. Şimdi yıkılmış ve terk edilmiş bir Ortadoğu ile karşı karşıyayız. Ortadoğu’da ölen öldürülen bütün insanların kanı bu kifayetsiz muhterislerin ellerindedir.

xxx

1 Mart tezkeresi ona rağmen reddedildi. 2009’da sahnelenen “one münit” piyesi, ardından tezgâhladıkları Mavi Marmara kepazeliği sizi şaşırtmasın. Ölçüsüz bir hırsın kifayetsiz bir bünyedeki yan etkileridir bunlar.

“Suriye açılımı” da böyledir. Emperyalizme danışmadan yapılmış bir hesabın emperyalizmin duvarına çarpıp dağılmasıdır.

2009 yılı… Suriye’de, o sonu hep kötü biten açılımlarından birini daha yapıyor. Devlet Başkanı Beşar Esad ile birlikte ortak bir basın toplantısı düzenliyor. Esad henüz Esed olmamış, ''saygıdeğer Cumhurbaşkanı kardeşim'' kıvamında daha. 10 bakan götürmüş beraberinde. “Suriye ve Türkiye arasındaki tarihi ve kültürel yakınlık”, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” falan gibi tumturaklı laflar uçuşuyor havada. Görenler Türkiye ile Suriye’nin birkaç ay içinde birleşip tek ülke haline geleceğini zannediyor.

Bir yıl sonra bütün Arap coğrafyası Tunus’ta başlayan bir dalgalanmanın etkisinde. Arap Baharı hızla yayılıyor ve girdiği ülkedeki siyasi denklemi yerle bir ediyor. Baharın sallayamadığı tek ülke belki de Suriye. Hal böyleyken Türkiye ile Suriye arasındaki yakınlaşma nedense tam tersine dönüşmeye başlıyor. Görünürde buna yol açacak tek bir neden yok!

2011 Ağustos’unda zamanın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Esad ile görüşüp reform sözü alıyor. Demek arada reform ihtiyacı hâsıl oluyor. Bu temas, Türkiye ile Suriye rejimi arasındaki son yüz yüze görüşme. Bir ay sonra Türkiye Suriye’ye karşı ayaklanan “muhalefet”in karargâhına dönüşüyor. Dönemin başbakanı Erdoğan Suriye ile ilişkileri askıya aldığını ve yaptırımlara katılacağını açıklıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nda yaptırım kararı Rusya ve Çin tarafından veto edilince Türkiye tek taraflı yaptırım kararı alıyor. Tutkulu Suriye taraftarı Erdoğan, bir anda tutkulu bir Suriye düşmanına dönüşüveriyor. 

Mart 2011'de olaylar başlıyor ve böylece Arap Baharı Suriye iç savaşına dönüşüyor. Baharın rüzgârı İstanbul’dan hareket edip Halep’i, Şam’ı vuruyor. Herkes Tayyip Erdoğan ve partisinin Suriye konusundaki bu hızlı dönüşümüne anlam vermeye çalışıyor. 

xxx

Bu büyük dönüşün sırrı Hilary Clinton’un yakın zamanda açığa çıkan bir e-postasıyla anlaşılıyor. Dönemin dışişleri bakanı Clinton Wikileaks belgeleri arasında yer alan e-postasında, “İsrail'e yardım etmenin en iyi yolu”nun Suriye'de hükümeti devirmek üzere “güç kullanmak” olduğunu söylüyor. Clinton sözlerine, “İran'ın büyüyen nükleer kapasitesiyle İsrail’in baş etmesine yardım etmenin en iyi yolu, Suriye halkına Beşar Esad rejimini devirmesi için yardım etmektir” diyerek başlıyor ve şöyle devam ediyor: “İran'ın İsrail'in güvenliğinin altını oymasını mümkün kılan İran ile Beşar Esad rejimi arasındaki stratejik ilişkidir. Bu sebeple Suriye'nin yıkılması gereklidir.”

Zamanında bunları “yerel” eş başkanın kulağına da fısıldadığını tahmin etmek zor değil. Demek ılımlı islamcıların dünyasında inanç ve imanı önceleyen emirler var ve demek, gönüllü eş başkanlıkta din etkisi bulamıyoruz. Burada Kâbe Washington ve Allah Obama’dır. Hilary Clinton’un da aslında geçkin meleklerden biri olduğunu böylece idrak ediyoruz.

xxx

Eğer Saddam ve Kaddafi gibi “milliyetçi laik” oyuncuların alaşağı edip yerine “ılımlı İslamcıları” getirmekse anlamı, Arap baharında ilk düşen Ankara’dır. Ve öyle ise AKP ülkesinde iktidara atanan ilk ılımlı islam çetesidir. 

Ve iktidara geldiği her yerde ılımlı İslamcılar alaşağı ediliyorsa eğer Ankara’da da düşer, yakındır. Büyük Ortadoğu projesinin ve yancı eş başkanlarının trajedisidir bu.  Aynı zamanda hayal bile edemeyeceği şeyleri “olmak” için yanıp tutuşan bir kifayetsiz muhterisler çağının kapanışıdır. 

Tayyip Erdoğan ve Binali Yıldırım, Kemal Kılıçdaroğlu ve Deniz Baykal, Devlet Bahçeli ve Meral Akşener, Hillary Clinton ve Donald Trump… Bir sistemin tükenişini, bir dönemin kapanışını bilmem bu denklemlerden daha iyi ne anlatabilir?