Yoksuluz ama kaynaklarımızın olmamasından değil bu; taşımızın toprağımızın bir avuç asalak tarafından yağmalanmasına izin vermemizden. Rejimin rejisi soyuyor hepimizi.

İslamcı rejimin emperyalist rejisi

Yağma deyince 19. yüzyıldan bakiye kavramlar geliyor aklımıza. Bunlardan biri “Düyunu Umumiye”dir. “Genel Borçlar” ödenemeyecek düzeye gelmişti, alacaklı Avrupa devletleri, 1878’de, Osmanlı maliyesini borçları ödeyecek şekilde yönetmek üzere uluslararası bir mali komisyon kurulmasına karar verdi. Devlet bütçesini bu komisyon yapacak ve uygulamasını denetleyecekti. Düyunu Umumiye, Avrupalı yatırımcıların çıkarlarını garanti altına almak üzere devlet gelirlerinin büyük bir kısmına el koymuştur. Elinde tuttuğu paraları yabancı tahvillere yatırmış hatta İtalyanların Trablusgarp savaşının finansmanına katılmıştır. Bu işgal gücünün vergi gelirlerine el koymasına ancak Lozan Anlaşması ile son verilebilmiştir. Geriye kalan borçları genç Türkiye Cumhuriyeti üstlendi. Son taksitini, Menderes seçimi kazanmadan bir yol önce, 1954’te ödediler, kapattılar. Yeni Osmanlıcılığın başlangıcıdır. 

İkincisi “reji”dir. Reji de, regie-idare, Duyunu Umumiye ile bağlantılıdır. Düyunu Umumiye devlet gelirlerine el koymakla kalmamış aynı zamanda işletmecilik yapmaya girişmiştir. Tuz ve tütün tekeli idarenin elindeydi. Tuzu kendisi işletti, tütünü ise Viyana ve Berlin merkezli iki bankanın kurduğu bir şirkete devretti. Bu şirket imparatorluktaki bütün tütün ticaretine el koydu. Tütünü kendi tespit ettiği fiyatlarla alıyor, işliyor ve satıyordu. Haliyle ucuza alıyor, pahalıya satıyordu; tekel diyoruz. Böylece tütün tüccar ve imalatçıları açıkta kaldı. Haliyle kaçakçılık baş gösterdi. Reji bunu engellemek üzere bir kanun çıkarttırdı, bir jandarma örgütü kurdurttu, köylerde terör estirmeye başladı. Köylü rejiden yarım kilo tütün saklasa vurulma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Reji jandarması bu sebeplerle binlerce kişiyi öldürdü. Bu jandarmalı reji şirketine son vermek de cumhuriyet kuruluna kadar mümkün olmadı. 

Sonra Amerikalılar da fark etti yağmanın tadını. “Chester Projesi” ile alana şaşalı bir giriş yaptı. “Osmanlı-Amerikan Kalkınma Şirketi”nin aldığı imtiyaza göre şirket Doğuda Musul’u da kapsayan çok geniş bir bölgede demiryolu inşa edecek ve demiryolunun iki yanında kalan yirmişer kilometrelik alanda bütün madenleri işletecekti. Osmanlı mülkünün yarı sömürgeleşmesinin adımlarıdır.

Kapanışı şöyle yapalım; bu yağmanın sürdüğü dönemin önemli bir bölümünde şimdi sofuluğu nedeniyle kutsanmaya çalışan Abdülhamit iktidardaydı. Olup biteni seyretti, iktidarına zarar vermediği sürece her gelene yol verdi. Osmanlı tarihinin son yüzyılı İngiliz ve Alman Emperyalizminin itiş kakış tarihidir. 

Düyunu Umumiyesiyle, rejisiyle, imtiyazıyla, topuyla tüfeğiyle cumhuriyette kovuldular ve cumhuriyet çökünce geri döndüler. Kavramları farklı ve ancak yağma aynıdır. 

***

Yağmanın olduğu yerde mutlaka iki oyuncu görürsünüz. Birincisi çeşitli kılıklara girmiş uluslararası tekellerdir. İkincisi o tekellere yol açan yerel işbirlikçilerdir. Bu ikincilere komprador veya acente diyoruz. İliç’te yol açtıkları felaket nedeniyle bunlarla bir kez daha yüzleşiyoruz.

Ayrıntısı şöyle: Çöken madenin işleticisi Anagold, Kanadalı “SSR Mining” adlı altın şirketi ve “Çalık Holding” tarafından kurulan bir ortaklık. Büyük ortak Kanadalı SSR Mining. Merkezi Kanada olan, içinde Amerika, Avustralya, İngiltere’nin de olduğu uluslararası bir kartel bu. Yüzde 20’lik ortağı ise bulduğu yerel işbirlikçi...

Anagold Şirketi’nin çöken madeni Çöpler köyünün tam üstünde. Şirket yılda 9 bin ton sülfürik asit, 7 bin ton siyanür ve 5 bin ton silika boca ediyor köylülerin üzerine. Ormanları kesiyor, milyonlarca ton taş-toprağı binlerce ton dinamitle doğanın bağrından söküp alıyor.

Bu şirket üç sene önce üç köylüye dava açtı. Borç batağında, ürünleri para etmeyen, traktörleri haczedilen köylüler; bir yandan da köylerini, topraklarını, ormanlarını, meralarını uluslararası tekele ve yerli işbirlikçilerine karşı korumak için savaşmak zorunda kaldı. O köylülerden birini, maden çökünce koşup gözaltına aldılar, sonra baktılar olmayacak saldılar. “Reji”nin modern halidir. 

Sadece sopayla olmaz, biraz da havuç gerek tabii. Şirket, bölge halkını ikna etmek için milletvekilinden, belediye başkanına, muhtarından, emniyet müdürüne bölgede yetkili-etkili kim varsa Amerika’ya taşıdı. Beslediği gazeteciler var. Yaklaşık 100 köylüye şirkete dava açmamaları şartıyla 130’ar bin lira dağıttı. Madenin harında boğulacak köylüleri az ötede yaptırdığı baraj manzaralı “villalara” taşıdı. Yoksulluğu satın almak her zaman ucuzdur. Bu yöntemlerle “minnoş” Kanada kapitalizmi başka hiçbir yerde uygulamayacakları vahşi yöntemlerle Anadolu'nun dağını taşını yağmalamaya başladı. Tabii kompradorlar marifetiyle...

Yani vatan taşını toprağını savunma mücadelesi Kurtuluş Savaşı yıllarından çetindir. İşgalcilerin işbirlikçileri o günkünden güçlü, direniş o günkünden zayıf çünkü. İşte sonuç ortada…

***

Yağma gerçekleştiği yerde bir habitat da oluşturuyor. Erzincan’da bir Binali Yıldırım Üniversitesi var örneğin. Üniversitenin “yumuşak g” yazamayan son başbakanın adını taşıması rastlantı değil. Sponsoru İliç’teki madeni işleten Anagold. Yani esasında Anagold Üniversitesi, Binali Yıldırım sadece paravan. Bir de şehirde yerleşik 24 Erzincanspor var. Anagold ona da sponsor olmuş, takımın adı “Anagold 24 Erzincanspor” olmuş. Takımın hamisi Binali Yıldırım. Yıldırım, Anagold ile şehir arasında bir tür arabulucu. Eleman aynı zamanda Angold’un ikinci ortağı olan Çalıklarla çok yakın. Aktif politikadayken Ahmet Çalık’ın sahibi olduğu Çalık Holding’in özel uçağı ile uçuyordu sık sık. Malum eleman Saraya da çok yakın. Bunun Çalık Holding’de de karşılığı var. 2007’de Şirketin CEO’luğuna Damat Berat Albayrak getirildi. O tarihten sonra Çalık Grubu’nun adı Albayrak ile anılır oldu. Devlet destekli birçok projeyi alarak hızla büyüyen Çalık Grubu, TMSF’nin Aralık 2007’de satışa çıkardığı Sabah-atv’yi 1,1 milyar dolara kapattı. Kredi için devlet imkânları seferber edildi, Halkbank ve Vakıfbank’tan sınırsız kaynak aktarıldı. Çalık’ın bu medya tekeline konmasına da Binali Yıldırım aracılık etti. Majestelerinin işaretiyle devreye girip AKP ihaleleriyle semiren patronlardan para topladı, Çalıklara aktardı. İliç’te halkın üzerine çöken işte bu habitattır. 

İliç’teki madende bugünkü yıkımı haber veren bir önceki kazadan sonra öfkelenen elaman protestocu köylüleri algı operasyonu yapmakla suçlamıştı. “Burada bir bilgi kirliliği var. Bilgi kirliliğinin sebebi şu. Bir takım küçük menfaatlerine halel gelenler ne yazık ki olumsuz propagandaları körüklüyorlar. Madenin ciddi anlamda İliç’e desteği var” demiş, köylüleri terslemişti. Sahibinin sesidir. 

***

Yağma her zaman vardı ama sınırsız yağmanın mucidi AKP iktidarıdır. 2004’te çıkardıkları “Maden Kanunu” ile yolu açtılar. 2005’ten itibaren Türkiye’de maden aramak için ruhsat isteyen yabancı şirket sayısında büyük artış oldu. Türkiye’nin bugün yabancılara verdiği “maden ruhsatları”, Osmanlı’nın 19. yüzyılda yabancılara verdiği maden imtiyazlarının tıpkısıdır. 

Şöyle özetleyelim sonucunu; 2019’da 118 farklı yabancı firmaya ait 593 maden ruhsatı vardı. Bu firmaların gözdesi altın madenciliğidir. Çoğunun kökü dışarıdadır. Bunlardan biri olan Fronteer Eurasia, Cayman Adaları merkezli bir şirkettir. Ariana (ABD), Odyssey (Kanada), Stratex (ABD), Tüprag Madencilik (Kanada), Eldorado Gold (Kanada), Teck Cominco (Kanada), Galata Madencilik (İngiltere), Doğu Truva Madencilik (Cayman Adaları), Kuzey Truva Madencilik (Cayman Adaları) çıkışlıdır. “Getirisini” de not edelim; 2019’da 39 ton altın çıkaran yabancı maden şirketleri devlete 1 ton altın verdi, geri kalan 38 ton altını ise ceplerine indirdi. Yağma bu kadar sınırsızdır. 

***

İliç'teki çökme AKP kurucusu, fındık tüccarı, uluslararası tekellerin marifetli danışmanı Cüneyt Zapsu’nun şikayetiyle basın savcılığına çağrıldığım günün ertesine denk geldi. soL’da yayımlanan “Karadeniz yolcuları için son çağrı” başlıkla yazı soruşturuluyordu. AKP kurucusu şerefli bir iş adamına “yağmacı” deyip huzurunu kaçırmıştık. 

Bir kez daha anlattım bu vesileyle; Dünyadaki fındık alanlarının yaklaşık yüzde 75’ine sahibiz ama ne fındıkçı ne de devlet kazanabiliyor bundan. Bütün fındık ihracatımız sadece 2,5 milyar Dolar civarında. Bizim fındığımızı işleyip satan fındık tekeli Ferrero’nun cirosu 10 milyar Avro. Yani bir tekelin geliri koca ülkenin gelirinden dört kat fazla. Ülke dünya fındığının yüzde 75’ini üretiyor ama o fındığın da yüzde 75’ini tek başına Ferrero alıyor. O sayede fındık fiyatını istediği gibi belirliyor. Fındık fiyatının baskılanması bu düzenin olmazsa olmazı haliyle. Adı konulmamış fındık “reji”sidir. 

Tekel o kadar pervasız ki kendisini hem ülkenin hem fındığının sahibi sayıyor artık. Bu da AKP sayesinde oldu. Sıradan bir örnek; Ferrero, ülkede ihtiyaçtan 3 kat fazla fındık kırma tesisi varken, Düzce'de kırma tesisi kurmaya karar verdi. Başlarken AKP iktidarından 680 milyon TL destek aldı. Devlet desteğiyle kurulan o tesis bütün kırma sektörünün bir yılda yaptığı işi üç ayda yapacak kapasitedeydi. Ferrero’ya “yerli ve milli” sanayiyi bitirsin diye teşvik veren hükumet o tarihte fındık üreticisi için verdiği teşviki dokuz yıldır bir lira bile arttırmadı. 

***

Yoksuluz ama kaynaklarımızın olmamasından değil bu; taşımızın toprağımızın bir avuç asalak tarafından yağmalanmasına izin vermemizden. Rejimin rejisi soyuyor hepimizi. Tekelleri kovsak, kompradorları kovalasak, topraklarımıza el koysak, yağmayı durdursak bütün ülkeyi cennete çevirebiliriz. 

Kalk kardeşim öyleyse, bırak hesap kitap yapmayı, düş yola. Kapitalizmi ve emperyalizmi tepelemekle başlayacak her şey!