Kadınların “kış”ı

“Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin söz konusu ülkelere demokrasi getirmediği çok kısa zamanda görüldü. “Devrim”leri başlatan Tunus ve Mısır’da 30 yıllık isimlerin iktidarı üzerine kurulu diktatörlükler İslamcı iktidarlarla yer değiştirdi. Libya fiilen bombalandıktan sonra yine İslamcılara teslim edildi. Suriye’nin durumu ise ortada. Aklı başında yazarların neredeyse hiçbiri artık bir “bahar”dan söz etmiyor, pek çoğu ise süreci “Arap kışı” olarak adlandırma noktasına gelmiş durumda.

Sürecin bu ülkelerin halkları, özellikle de emekçi sınıfları açısından hayırlara vesile olmayacağı soL’un başından beri savunageldiği bir tezdi. Nitekim Tunus’ta ve Mısır’da grevlerle mücadelelerine devam eden emekçiler bunu kısa sürece tecrübe etmiş oldu. Öte yandan bu “bahar”ın çok açık bir mağduru söz konusu: kadınlar.

Yeni İslamcı iktidarların Bin Ali ve Mübarek’e göre daha demokratik olup olmadığı hala tartışıladursun, Tunus ve Mısır’da kadınlar kazanılmış haklarını kaybediyor ve toplumsal yaşamdan dışlanarak eve hapsediliyorlar.

Süreç bildiğimiz mekanizmalarla işliyor: kadın-erkek eşitliğine darbe vuran ve kadını kamusal yaşamdan dışlamaya dönük yasal düzenlemelere sokaktaki şiddet eşlik ediyor.

Büyük şehirler dışında çoğu kadının halihazırda çarşafla sokağa çıktığı Mısır’da, son dönemde kadınlara sokakta örtünmeleri ve yanlarında erkek olmadan dolaşmamaları yönünde daha fazla baskı yapıldığı görülüyor. Son yaşanan olaylardan biri de Mısır’da bir okulda, bir öğretmenin iki kız öğrenciyi derse türban takmadan geldikleri için saçlarını keserek cezalandırması oldu. 3-4 yaşında çocukların anaokuluna dahi başı örtülerek gönderildiği gelen haberler arasında.

İslamcıların kadınlara dönük en tehlikeli saldırıları “mahalle baskısı” adı altında yapılıyor: örtünmeyen kadına dönük cinsel saldırılar meşrulaştırılıyor. Mısır’da sokakta kadınlara dönük cinsel saldırı oranı zaten pek çok ülkenin ortalamasını üzerinde. Buna bir de ötünmeden sokağa çıkan kadınlara dönük saldırıların meşrulaştırılması eklenince durumun vehameti daha da artıyor.

İslam ülkeleri arasında kadın hakları konusunda çok daha ileri bir noktada oluşuyla bilinen Tunus’ta ise “devrim”den sonra yaşanan bir tecavüz vakası tüyleri diken diken edecek nitelikte: Geçtiğimiz Eylül ayında iki sevgili otomobilleri içerisindeyken polislerin saldırısına uğradı, kendilerine saldıran iki polisin tecavüz ettiği genç kız hakkında savcı, bir de arabada sevgilisi ile “ahlaksız davranışta bulunduğu” gerekçesi ile soruşturma açmaya kalktı. İslamcı parti Ennahda’nın iktidara gelmesinin ardından Tunus’ta “yeterince örtünmeyen” ya da gece dışarı çıkan kadınların sürekli polisin tacizlerine maruz kaldığı söyleniyor.

Tunus’da Ennahda’nın kadınlara karşı önemli hamlelerinden biri de halen hazırlanmakta olan Anayasa taslağına “kadın ve erkek eşittir” ifadesi yerine “kadın ve erkek birbirini tamamlar” ifadesini koyma teşebbüsü oldu. İslamcılar kadınların büyük tepkisini çeken bu denemede geri adım atmak durumunda kaldı.

Mısır’da geçtiğimiz haftalarda kabul edilen, Müslüman Kardeşler tarafından hazırlanmış olan anayasa da yine kadınların haklarına dönük bir saldırı anlamına geliyor. Anayasada doğrudan kadın erkek eşitliğini hedef alan bir madde bulunmasa da kadın erkek eşitliğine dönük maddelerin, anayasanın diğer maddelerinde olduğu gibi şeriata endekslenmesi, durumu zaten özetliyor. Müslüman Kardeşler anayasasına karşı gösterilerde de kadınların başı çektiği görülmüştü.

İslam ülkelerinde kadınların durumu ortada. Ennahda iktidarına kadar Tunus bu ülkeler arasında en ileri örneklerden birini temsil ediyordu. Fransa’ya karşı bağımsızlığın kazanılmasının ardından 1956’da, Habib Burgiba iktidarında, kadınlara erkeklerle neredeyse tüm alanlarda eşitlik sağlayan ve geniş haklar veren yasalar hayata geçirilmişti. Bin Ali iktidarı boyunca bu hakların çoğu korundu.

Bunları söyleyince bazılarının “İslamcılar kötü de ondan önceki diktatörlükler daha mı iyiydi?” dediğini duyar gibi oluyorum. Sanki kötülerden birini tercih etmemiz gerekiyormuş gibi. Sanki birileri bir kalkışmaya “devrim” demişse bunu sorgulamak mümkün değilmiş gibi. Sanki kitleleri bir nebze arkasına alan her iktidar meşruymuş gibi.

İslamcıların kadınlar hakkındaki söylemleri ve uygulamaları da ortada. Asıl şaşırılması gereken tüm bunlara rağmen bu hareketlerle “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının hala yan yana getirilebiliyor oluşu. Oysa, kadınları özgürleştirmeyen hiçbir hareket, ne demokrasi ne de başka şeyler uğruna desteklenmeyi hak etmiyor.


Not: Geçtiğimiz haftaki yazıda geçen Jacques Tardi’nin Halkın Çığlığı kitabının Fransızcası dört cilt, Türkçe çevirisi iki cilt olarak yayınlanmış. Dikkatli soL okuruna teşekkürler.
[email protected]