Lütfen biraz ciddiyet

Herhangi bir kredi değerleme kuruluşu notumuzu düşürdüğünde, siyasiler derhal akla hayale gelmez ve siyasi söylemle bağdaşılmaz yanıtlar yetiştiriyor. Bu kez de Moody’s notumuzu düşürerek, ülkemizin statüsünü yatırım yapılabilir düzeyin altına indirmiş oldu. Üç önemli kuruluştan Standard and Poor’s daha önceleri ekonomimizi eşiğin altına çekmiş idi. Moody’s de aynı işlemi yaparak, böylece iki değerleme kuruluşu ekonomimizi yatırım yapılabilir düzeyin altına çekmiş oldu. Şimdilik ekonomimizi eşikte tutan Fitch kaldı. Bakalım, bir zamanlar bir bakanın kurumun adını fevkalade çirkince telaffuz ettiği bu kuruluş önümüzdeki günlerde ekonomimiz, daha doğrusu basiretsiz siyasetimiz için nasıl bir karar verecek!

Açıktır ki, kapitalist sistemde iş yapıyoruz, dolayısıyla buradaki konumuzu da bu bağlamda rampaya oturtmak durumundayız. Bu durumu yazı boyunca lütfen aklımızda tutalım ve bundan sonraki tüm değerlendirmelerin böyle bir varsayım üzerine oturtulduğunu unutmayalım. Birinci olarak, söz konusu değerleme kuruluşları arasındaki ilişkiyi daima göz önünde bulundurmamız gerekir. Üç kuruluştan üçünün de ekonomimizi değerleme sonucu birbirine yakın ise, kuruluşlara laf yetiştirmeye kalkmadan, biraz oturup düşünmek gerekir. Çünkü üç kuruluşun da değerlemesinin birbirine yakın olması ancak iki olasılıkla mümkündür. Ya değerlemeler gerçek durumu yansıtıyor, ya da Türkiye’ye karşı müşterek cephe almışlardır. Birinci olasılık için kendimize bakmak dışında yapacak fazla bir şey yok. Ancak, çok zayıf bir olasılık olmakla beraber, kuruluşlar aralarında ikinci stratejide anlaşmışlarsa, o zaman yapılması gereken, gerçek ekonomik verilerle kuruluşların oyununu bozmaktır. Oyun bozmak, bağırıp çağırmakla olmaz, çünkü bağırıp çağırmak içte seçmene mesaj işlevi görebilir olsa da yabancılara ve değerleme kuruluşlarına mesaj niteliği taşımayacağı gibi, tam tersi, sanal durumu gerçeğe çevirmede etkili olabilir. Şu halde, stratejik olarak karşı karşıya kalmış olduğumuz meseleye baktığımızda, akılcı yaklaşımda değerleme kuruluşlarını ciddiye almanın gerekli olduğu ortadadır.

Varsayımımız gereği, kapitalist sistemde düşünerek, söz konusu kuruluşların merkez sermayenin lehine çalıştığı da düşünülebilir. Şöyle ki, değerleme kuruluşlarının ekonomi ile ilgili olumsuz değerleme yapmaları yabancı sermayeyi ürkütürken, aynı anda nakit ihtiyacı içindeki ülkemizi de zor duruma sokmuş olmaktadır. Bu zorluğu aşmanın yolu dış yatırımlara daha fazla getiri sağlayacak olanak yaratmaktır. Bu bağlamda, faiz politikası kadar, çeşitli şekilde devletin doğrudan yatırım teşvikleri de gündeme gelebilir. Tüm bu ve benzeri teşvik önlemlerinin anlamı, gelen her bir ünite reel yatırımın ülkede yarattığından daha fazla pay alıyor olması, finansal yatırımın ise genellikle katma değer yaratmadan daha yüksek faiz geliri elde ederek çıkıyor olmasıdır. Görülüyor ki, her koşulda cari açığa kısa dönemli çare bulunurken, ekonominin yükü daha da artmaktadır. Kısacası, cari açığı finanse ederken, cari açığın boyutu ve gereksinimi reel olarak artmaktadır.

Hal böyle iken siyasi beceriksizliği ve laubaliliği bir yana bırakıp, duruma ciddi eğilmek zorundayız. Önce 14 yıldır ülkeyi tek parti olarak yöneten bir iktidar ekonomik muhasebesini yapmak durumundadır. 2010 ve 2011 yıllarında yakalanmış olan ortalama % 9 büyüme haddi gerçekçi olmayıp, önceki yıllardaki kriz nedeni ile yaşanmış çöküşün hesabî ürünü olduğu kadar, krizde baskılanan taleplerin ikame edilmesinin ve buna bağlı olarak yaşanan kapasite artışının sabun köpüğü misali geçici durumdur. Zaten böylesi olağanüstü büyümeyi devamlı sürdürmek, Çin performansı bir tarafa –ki, o da son yıllarda gerilemeye başladı- sık rastlanan durum değildir. Son yıllara baktığımızda büyüme oranının % 3 – 3,5 aralığında ve oldukça dalgalı seyrettiğini görüyoruz. Büyüme oranının düşük olması yanında, istikrarsız seyretmesi de büyümenin kaynağı kadar sonucu itibariyle de fevkalade tehlikeli bir görüntü vermektedir. Böylesi büyümeni gerçek reel yatırımlardan değil, geçici talep dalgalanmalarından ve ekonomiye giriş-çıkış yapan sıcak para savrulmalarından kaynaklandığı ortadadır.

Ekonomilerde gerçek ve sürdürülebilir büyümenin hangi koşullarda ve hangi kaynaklarla sağlandığının burada tartışılmasını yapmak yersizdir. Bir kere, yukarıda sözünü ettiğim olumsuzlukların tersinin yapılması gerektiği anlaşılabileceği gibi, şimdiye dek gerek meslektaşlarımın değerli katkıları gerekse benim bazı yazılarım vasıtasıyla bu konunun oldukça tartışıldığını sanıyorum. Ne var ki, Türkiye’de iktisat tartışmaları kabile siyaset yönetimi dikkate alınmadan yapılamayacağı gibi, siyasilerin çeşitli nedenlerle davranışlarını değiştirmeyeceği de gün gibi ortadadır. Bankalara müdahaleler, şirketlere kayyum atamalar, medyaya baskılar, akademisyenlere hoyrat muameleler, OHAL içine ekonomik önlemlerin yedirilmesi, bu sürenin belirsizliği vs. gibi demokrasi ile bağdaşmayan uygulamalar ekonominin kendi işleyişinden öte ekonomiye zarar veren akıl ve basiret dışı siyasettir. Kredi değerleme kuruluşlarının böylesi akıl dışı siyasi davranışları ve daha birçoğunu dikkate almadan karar vermesi düşünülebilir mi! Ne gariptir ki, basiretsiz siyaset topluma yük yıkarken, aynı anda siyasetin de tabanını beslemektedir!