Mustafa Kemal’in laikliği neden tutmadı?

Mustafa Kemal’in siyasi yapıyı, adım adım, hilafet ve saltanattan uzaklaştırarak, modernist, laik bir çizgiye doğru zorladığı biliniyor.

1 Kasım 1922’de bile, yeni rejim içinde hilafete sahip çıkıyor. Selçuklulara referansla: “Öyle ise ulusal egemenliği temsil eden TBMM ile halife yan yana bulunabilir ve Selçuklular halifeyi nasıl etki altına almışlarsa TBMM de halifeyi seçer” diyor.

Dikkat: 1 Kasım 1922 saltanatın kaldırıldığı gündür. Önce padişahı çiziyor.

Sonra. Koşullar değişiyor. İstanbul İngilizlere yanaşıyor. Anadolu’daki siyasi irade gücünü konsolide ediyor. Beklenen oluyor. 3 Mart 1924’te, sıra hilafete geliyor. İlgili yasanın ilk maddesi çok net: “Halife halledilmiştir.”

En nihayetinde, Nisan 1928’te, Anayasa’dan devletin dininin İslam olduğu ibaresi de çıkarılıyor.

Ama, hepsinden öte, Mustafa Kemal’in dünya görüşünü en özlü biçimde şu sözleri tanımlar (tarih 1 Kasım 1937, yer TBMM): “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”

Görüyorsunuz, nereden nereye geliniyor. Şüphesiz O Cumhuriyet için belirleyici derecede önemli bir kişilik.

Ancak tarih kişilerle mi yazılacak? Tarihteki tersine değişiklikler ilgili kişilerin hayattan çekilmesine mi bağlanacak?

Böyle değil. Tarihin nesnel yasaları var. Nesnellik derken anlaşılması gereken, iktisadi özdür. Siyaset yalnızca bu özün tezahürüdür.

Osmanlı’nın tükenmişliği, yeni bir siyasi rejimden önce, yeni bir üretim tarzının uç vermesi anlamına geliyor. Cumhuriyet denilen siyasi yapı feodal üretim tarzının yerini alacak sermaye rejiminin tezahürü oluyor.

Kurtuluş Savaşı temelde ideolojik ve siyasi bir dönüşüm gibi görünse de, altındaki temel dinamik belirleyici olandır. Ankara hükümetini, Lozan görüşmelerini yarıda kesip, Şubat 1923’te İzmir’de İktisat Kongresi toplamak zorunda bırakan yasallık budur. Karara bağlanacak konu iktisadi öz meselesidir.

Sonuç nettir. Yasallık hükmünü verir, İzmir Kongresi duyurur: Özel sektör tarafından kurulan teşebbüsler devletçe desteklenmelidir. Bu, devlet eliyle sermaye düzeni kurma işidir. Kapitülasyonlarla canı çıkmış Anadolu’da kapitalizmin başka türlü gelişme ihtimali de yoktur.

Yani, Mustafa Kemal’in dünyevi, laik yönetim projesini teslim ettiği sınıf burjuvazidir.

Laik cumhuriyetin temel sorunu da budur. Kemalist kadro, içine yerleştiği üretim tarzı tarafından belirlendiği, laikliğin iktisadi temelini görecek siyasi akıldan yoksun bulunduğu için, başka türlüsünü hayal etmesi bile mümkün olamamıştır.

Fransa’da burjuvazi feodaliteye karşı iktidar savaşı içindeyken, halk sınıflarının yanındaydı. Derdi dinle ve laiklikle değildi. Siyasi erk kilisenin elinde ve kilise tek siyasi güç olduğu için sınıflar savaşımı din üzerinden biçimleniyor, kurulacak düzenin baş aktörü burjuvazi mecburen kiliseye karşı halk sınıflarının yanında laik bir çizgide yer alıyor ve devrimden yalnızca üç yıl sonra halkla da, laiklik de ilişkisini kesiyordu.

Bizde ise tersi oldu: Bir sınıf olarak burjuvazi tekamül etmemiş bulunduğu için, Kemalist rejim bu işe de el attı ve devleti de, siyaseti de, laikliği de ellerine bırakacağı burjuvaziyi bizzat kendisi yarattı.

Sonraki yıllarda laikliğin tamamen elden çıkarılmış olmasında Mustafa Kemal’in ölümünün belirleyici bir önemi yoktur. Belirleyici olan O’nun kurduğu iktisadi-siyasi rejimdir. Yaşamış olsaydı, bugün ya Kılıçdaroğlu gibi bir Kemal olurdu ya da içeriye tıkılırdı.

Ancak, kurduğu iktisadi düzen içinde laikliğin başına bugün yaşadıklarımızın gelmesini engelleyemezdi.

Burjuvazi işçi sınıfını din olmadan yönetemez çünkü. Bakmayın siz Koçların, Sabancıların yaşam tarzlarına. Onlar yalnızca kendilerine laik. Bir de hatırlayın: Koç, devlet ihaleleriyle Koç olmuştu.