Kirli savaş...

İlhan Cihaner'in “Kirli savaş...” başlıklı yazısı 22 Mayıs 2013 Çarşamba tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Önce konuyla ilgili herkesin bildiği bir şeyi hatırlayalım. Gazeteci Amy Goodman, 2007 yılında NATO Komutanı ABD’li General Wesley Clark’la bir söyleşi yapar. Clark bu söyleşisinde, ABD Savunma Bakanlığını 2001 yılında ziyaret ettiğini, bu ziyarette ilk önce -Saddam’la El-Kaide arasında bağı gösteren delil olmamasına rağmen- Irak’ın işgaline karar verildiğini öğrendiğini, daha sonraki gidişinde ise aynı generalle arasında geçen konuşmayı şöyle anlatır: “...durum daha da kötü dedi. Masasının üzerine eğildi. Bir kağıt aldı. Ve, ‘bunu daha bugün üst kattakilerden -yani Savunma Bakanlığı Bürosundan- aldım dedi. Ve arkasından, ‘bu, 5 yıl içerisinde nasıl yedi ülkeyi halledeceğimizi betimleyen andıç Irak’la başlayacak, sonra Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve Sudan’la devam edecek, en son İran’la işi bitireceğiz’ dedi.”

Dikkatinizi çekerim yıl 2001!

Gene WikiLeaks’in yayınladığı yazışmalar ABD’nin 2005-2010 yıllarında rejim karşıtı gruplara para yardımı yaptığını gösteriyor.

Bu hatırlatmayı, Ortadoğu’ya emperyalist müdahale olgusunu dışlayanlar/küçümseyenler için yaptım.

Ama daha önemlisi önce Suriye’yi karıştırıp kan gölüne çevirdikten sonra müdahale için akan kanı bahane etmek isteyenler için. Üstelik akan kan arasında bile bölücülük yaparak! Onlar için Cisr el-Şuğur’da, Seyyide Zeynep mahallesinde yapılan katliamlarda akan, kan değil! Altı yaşında çocuğun eline pala verip kafa kestirenlerin, testere ile Alevi parçalayanların, öldürdüğü askerin kalbini yiyenlerin akıttığı da, kan değil!

Hele hele Bahreyn’de olan bitenin hiç önemi yok!

Müdahaleyi haklılaştırmak için kullanılan diğer bahane daha ilginç.

Suriye henüz bu kadar karışmamışken daha 2011 yılının Kasım ayında Başbakan’ın Esad’ı uyardığı çok sık dillendiriliyor. Hatta artık Başbakan’ın Esad’a hakaretlerinin, çeteleri silahlandırmasının, savaş ilanı anlamına gelecek hasmane hareketlerinin, olası bir kara harekatının, tampon bölge oluşturmanın gerekçesi olarak gösteriliyor:

Esad’ı uyarmıştık!

Hatta henüz ayaklanmaların başladığı 2011 Martı’ndan önce bu uyarıların yapılmaya başlandığı ama Esad’ın dinlemediği söylenir oldu.

Sadece Başbakan değil, öngörüsüzlüğüyle Suriye rejimi için “Belki yarın düşer, belki yarından da yakın” diyerek defalarca çuvallamasıyla, neo-Osmanlıcı hırslarıyla, mezhepçi politikalarıyla Türkiye’yi de iç savaş eşiğine sürükleyen Hariciye Nazırı da çok sık tekrar ediyor bunu:

Uyardık dinlemedi! Verdiği sözleri yerine getirmedi!

Bu uyarılar henüz silahlı çatışmalar ortaya çıkmadan başladığına göre uyarı “Halkına karşı silah kullanma, akan kan” olmasa gerek. Eğer öyleyse bu gibi durumlar için üretilmiş özdeyişimizi söyleriz:

Dinime küfreden müslüman olsa!

Hemen arkasından da sorarız: Roboski’de ölenler hangi ülkenin yurttaşıydı? Kullandığın silahlar neydi?

Bu çok sık tekrar edilen “uyarının” reformlar olduğu dillendirildi bazan.

Ama hangi reformlar? Anayasa değişikliği mi? Hani bizim bi türlü yapamadığımız...

Seçim sistemi mi? Hala lider sultası ve yüzde on seçim barajını kaldıramadığımız...

Nedir bu reformlar?

Bir türlü detaylı anlatmıyorlar Suriye’den taleplerinin ne olduğunu... Anlatmıyorlar çünkü ilk başta ileri sürdükleri rejime ilişkin taleplerin egemen bir ülkeye bu boyutta bir müdahaleyi haklılaştırmayacağını biliyorlardı.

Kaldı ki bu çatışma ortamına rağmen Esad, anayasanın BAAS’a avantaj sağlayan 8. maddesini kaldırıp uluslararası gözlemcilerin kontrolünde seçime gitmek, genel af ilan etmek gibi kritik adımlar attı.

Zaten son zamanlarda bu reform teranesini terk edip tek koşula bağladılar: Esad gitsin!

Geçen yazımda hükümetin tezleri doğru olsa bile siyasi sorumluluğunu kaldırmayacağını yazmıştım. Aynı şeyi söyleyeceğim: Var sayalım Suriye’de olan bitenin sorumluluğu tamamen rejime ait, sorumlu Esad. Bu, yapılanları haklı kılar mı?

Çatışan taraflardan birini silahlandırmak, hava sahasını test etmek, rejim karşıtlarıyla ve bazı ülkelerle masa üzerinde paylaşım planı yapmak, lojistik destek vermek, karadan müdahale planları yapmak, tampon bölge girişimde bulunmak...

Aslında tartışmamız gereken “savaş hukuku”.

Savaş hukukuna göre bu eylemler savaş ilanıdır, çok önemli bir kısmı da savaş suçu.

Anlıyorum barışçıl yöntemlere dönmeniz zor, azıcık vicdan ve sorumluluk taşıdığınızı gösterip koltuğu da bırakamazsınız.

Gelin adını koyun üstü örtülü savaş yürütmeyin, harbi olun: Savaş ilan edin!

Çünkü değişmez kuraldır: Adı konulmamış her savaş kirlenmeye mahkumdur!

Reyhanlı’da parçalanan çocuklar, yanarak bir avuç kalmış genç bedenler, kesilen gırtlaklar, cesetlerden sökülüp yenen yürekler, “bari ülkemizde ölelim” diye birkaç eşyasını motoruna yükleyip ayağında terlikle savaşa dönen yoksul halk da sizi barışa ikna etmiyorsa yapacağınız bu olmalı!