Akademi, Kürt meselesi ve liberalizmin krizi

Bir ay önce bu sayfadaki ilk yazımda bir dönem akademide oldukça yaygın olan bazı liberal tezlerin toplumsal/siyasal zeminlerinin kaybolmaya başladığını ve referans aldıkları bazı olguların hükmünün kalmadığını söylemiştim. Zaten sorunlu olan bu yaklaşımların artık “varoluş” koşullarının da ortadan kalkması gibi bir durum söz konusuydu. Bu düşünceyi biraz somutlamak açısından bu yazıda “Kürt sorununa” dair akademide özellikle 1990’lar boyunca yaygın bir şekilde benimsenen liberal pozisyonun içinden geçtiğimiz süreçte yaşadığı krizden bahsedeceğim.

Türkiye’de Kürt sorunu 1990’ların başından itibaren akademik ve politik tartışmalarda Türkiye’deki devletin Kürtlere yönelik inkar ve asimilasyon politikalarını ve bu politikaların uzantısı olarak kabul edilen sorun alanlarını kapsıyordu. Buna göre, son otuz yıla yayılmış savaş başta olmak üzere “Kürtlerin” resmi olarak inkar edilmesi ile ilgili her türlü siyasi mesele “Kürt sorunu” başlığının bir parçası olarak düşünülüyordu. Bu kapsamıyla Kürt sorununun varlığına işaret eden kesimler çözümün geniş demokratik reformlar içerisinde Kürtlerin varlığının resmi olarak tanınması ile çözüleceğine işaret ediyorlardı. Avrupa Birliği’ne aday üyelik sürecinin başladığı 1990’ların sonundan itibaren bu doğrultuda üretilen akademik/siyasi makalelerin sayısında patlama yaşanıyordu.

Peki Kürt sorununa yönelik bu liberal kavrayışın yaygınlaşmasını mümkün kılan siyasal ve toplumsal zemin nasıldı?

İlk olarak 1990’ların sonuna kadar siyasi düzlemde asimilasyoncu eksenden sapmayan, söylemini ve pratiğini buna göre şekillendiren ve dirençle karşılaştığında askeri yöntemlere başvuran bir iktidar bloğu veya devlet aygıtı söz konusuydu. Bununla beraber hem Kürt hareketinin artan toplumsal ve siyasal etkisi hem de AB ile adaylık süreci Kürt meselesinde bir reform ihtiyacını sürekli zorluyordu. Liberal yaklaşım bu sıkışmışlık içinde geleneksel inkarcı devlet yaklaşımının bir eleştirisi ve Kürtleri tanımaya yönelik olarak yapılması gereken reformların savunucusu olarak öne çıktı.

İkinci olarak Kürt muhalefetinin gündeme taşımaya çalıştığı sıkıntılar ve önerdikleri çözümler Türkiye’deki Kürtleri kapsayan, daha çok Türkiye ölçeğinde bir siyasi projeye denk düşüyordu. Yani 1990’larda Türkiye’deki Kürt sorunu tersi yöndeki zorlayıcı dinamiklere rağmen halen Türkiye ölçeğine referansla ele alınıyordu.

2000’li yıllarda Kürt sorununun üzerinde yükseldiği bu zemini aşındıran süreçler ise şunlardı: AKP, Kürtleri “milletin” bir kültürel unsuru olarak tanımaya, Türklük vurgusunu önceki dönemlere göre çok daha geri çekmeye yönelik stratejisiyle, daha önce devletin ideolojik ve siyasi yönelimini sorgulamanın zeminini teşkil eden “Kürt sorununu” kendi iktidarını sağlamlaştıracak yeni bir rejim inşasının parçası haline getirdi. Kürt sorununa dair liberal talepleri kendi ideolojisi ve siyasi stratejisi içerisinde soğurmaya çalıştı.

Bu yeni yönelim, daha önce Kürt meselesine yönelik öneri ve taleplerle devleti ve Kemalizmi eleştiren pek çok liberal “kanaat önderinin” ve bazı Kürt muhaliflerinin AKP’nin yeni rejim inşasına destek vermesini mümkün kıldı. “Kürt sorunu” salt tanımaya dayalı liberal içeriğiyle artık mutlak anlamda devlete muhalefet etmenin ve yerleşik kurumları sorgulamanın zemini olmaktan çıkmaya başlamıştı.

2013’teki Haziran ayaklanması ve Aralık operasyonlarıyla ise Kürt sorunun çözüm ortağı olarak görülen AKP’nin toplumsal/siyasal meşruiyeti önemli ölçüde aşındı. Bu durum AKP iktidarıyla “muhalif” karakterini yitirmiş, iktidarla bitişmiş bu liberal yaklaşımın bu kez boşa düşmesi, sahipsiz kalması anlamına geliyordu.

Kürt sorununun içeriğinde değişim yaratan diğer dinamik 2003’teki ABD’nin Irak işgalinin ardından Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin siyasi otoritesini güçlendirmesi ve iktisadi anlamda geçmiş dönemlere kıyasla istikrarlı bir hakimiyet kurmasıydı. Artık hem devlet hem de Kürt hareketi Kürt sorununa dair stratejilerini belirlerken artık belirli bir istikrar yakalamış olan bu siyasi otoritenin varlığını önemli bir parametre olarak göz etmek durumunda kaldılar. 2013 yılına geldiğimizde ise Rojava’da PKK çizgisini benimseyen PYD’nin askeri ve siyasi otoritesini tesis etmeye başlaması Kürt sorununun hali hazırda bölgeselleşmiş yapısını daha da perçinlemiş oldu. Bu durum Kürt sorununu Türkiye’ye mahsus bir devlet geleneği ve demokratikleşme meselesi olarak kavrayan eğilimleri hem düşünsel hem de politik olarak yetersiz hale getirdi. Bir zamanlar “eski devlet” yapısının eleştirisi ve AB reform sürecinin düşünsel dayanakları olarak itibar gören bu tezler, bölgede değişen dengelere göre tutum belirleyen AKP’nin, Kürt hareketinin ve bölgedeki diğer aktörlerin hızlı ve bazen de çelişkili manevraları, yani bölgesel reel-politik karşısında fazla “soyut” kalıyordu.

Tüm bu tablo Kürt sorununa dair salt tanıma ve kültürel haklar ekseniyle sınırlı liberal tezlerin gerçeklikle bağının kopmaya yüz tuttuğunu gösteriyor. Liberalizmin ve İslamcılığın eş zamanlı büyük bir kriz yaşadığı bir ortamda Türkiyeli eleştirel Marksist akademisyenler Kürt meselesine dair kendi sözlerini kurmaya yaratıcı ve inisiyatif alıcı bir tutum sergilemeye çok daha müsait bir ideolojik ortamda bulunuyorlar.

Öte yandan, her anlama ve eyleme sürecinde olduğu gibi Kürt meselesinde de yaratıcı olmak önce aklı ve iradeyi kimselere teslim etmemeyi gerektiriyor. Bir de onu tek başına her bir meselenin düğüm noktası ülkedeki tüm diğer sorunları içine çekip yutan bir kara delik gibi ele alan “metafizik” eğilimlerden uzaklaşmak gerekiyor.