Gezi Direnişi ve Müzmin Orta Sınıf Sorunu

Günümüzün önemli sosyologlarından Loïc Wacquant, Boğaziçi Üniversitesi’nde “Kentte Eşitsizlik, Marjinallik ve Sosyal Adalet” başlıklı bir konuşma yaptı. “Hrant Dink Anısına Konferans” kapsamında gerçekleşen konuşmasında Wacquant, neoliberal dönemin kentlerinde ortaya çıkan yeni marjinalleştirme biçimleri üzerine, teorik önermelerde bulundu, bazı olgusal gözlemlerini aktardı. Yaklaşık 1 saat süren konuşmasının ilk 20-25 dakikası ise Wacquant’ın, Pierre Bourdieu’nun kavramlarına yaslanarak yaptığı bir Gezi Direnişi çözümlemesini içeriyordu. Konferansa katılamadım ama ses kaydını dinleme fırsatım oldu. Konuşma sonrasında internet üzerinden gerçekleşen bazı tartışmaları da elimden geldiğince takip ettim.

Gezi direnişi ile ilgili yüzlerce makale kaleme alınmış ve yorum yapılmışken Wacquant’ın neden bir yazının konusu olduğu haklı olarak sorulabilir. Wacquant önemli bir sosyolog özellikle kentsel toplumsal yaşamdaki sınıf örüntülerinin/pratiklerinin son dönemlerdeki dönüşümü ile ilgili çalışmaları ve bu çalışmalardan türettiği kavram ve yaklaşımlar uluslararası alanda dikkate alınıyor. Bu yazı açısından önemi ise Wacquant’ın Gezi’ye dair inşa etmeye çalıştığı yaklaşımın Türkiye’de bu konuda yapılan bazı değerlendirmelerle bire bir örtüşmese de, bazı ortak çıkış noktalarına ve benzer politik çıkarımlara sahip olması. Bu açıdan Wacquant’ın konuşmasına dair bu yazı aynı zamanda meseleye dair Türkiye’deki spesifik bir sosyolojik pozisyonu değerlendirmeyi amaçlıyor.

Wacquant’ın Gözünde Gezi
Wacquant’ın Gezi direnişi ile ilgili geliştirdiği argümantasyon kısaca şu şekilde özetlenebilir: Şehirler kültürel sermeyenin, ekonomik sermayenin, sembolik ve siyasi sermayenin biriktirildiği, farklılaştığı ve geliştirildiği, bu sermaye biçimlerinin birbirileriyle ilişkilendiği ve çatıştığı merkezlerdir. Neoliberal dönemde ekonomik ve siyasi sermayenin kent mekanlarına yönelik saldırısı karşısında kültürel sermaye sahibi kentli orta sınıflar bir direnç öznesi olarak ortaya çıkmışlar ve son dönemlerde neoliberalizmin yarattığı kutuplaşma göz önüne alındığında çok az sayıda olduğu söylenebilecek eylemliliklerde öne çıkmışlardır. Günümüzde kentsel bir toplumsal direncin öznesinin “popüler sınıflar”, proleterya veya kent yoksulları değil de kültürel burjuvazi olması neoliberal dönemde ortaya çıkan yeni kentsel marjinalleştirme yapılarıyla ilgilidir. Zira bu yapılar, fordist dönemde muhalefetin öznesi olagelen kent yoksullarını ya da işçi sınıfını, neoliberal dönemde güçsüzleştirmiş ve ideolojik/politik olarak silahsızlandırmıştır. Bunun arkasında ise sosyal güvencesizliğin normalleştirilmesi ve bununla ilişkili olacak şekilde kent yoksullarının bir takım ırksal ve etnik etiketlemelerle dışlanması, parçalanması ve suçlulaştırılması (sembolik güç) süreçleri bulunmaktadır. Gezi direnişi de, bu süreçlerle uyumlu olacak şekilde, aslında entelektüeller, profesyoneller ve kentli orta sınıfın oluşturduğu “yeni kültürel burjuvazinin” kültürel sermayelerini çoğaltma hakkını savunmak ya da yükseltmek adına, kentleri istila etmekte olan ekonomik sermaye ve siyasi sermaye güçlerine karşı gösterdiği bir dirençtir.

Wacquant’ın söyledikleri buraya kadar zaten hem önerdiği bazı kavramlar hem de içerdiği akıl yürütme bakımından epey tartışmalı gözüküyor. Fakat Wacquant burada da durmuyor: Gezi Parkı’na kendi kültürel sermayesini kollamak adına sahip çıkan kentli orta sınıfın (kültürel burjuvazinin) bir yandan ekonomik ve siyasi sermayeye karşı bir meydan okuma içerisine girdiğini, ama öte yandan da “mekana” kendi kültürel içeriğini vererek kentin alt sınıflarına mekanı kapatma ve alt sınıfları dışlama eğilimi taşıdığını ifade ediyor.

Wacquant Gezi Parkı’nın kentli orta sınıfın kendi kültürel sermayesinin önemli bir parçası olduğunu ve burayı yitirme ihtimalinin onları harekete geçirdiğini söylüyor. Bunu söylerken ise, bir benzerlik kurmak amacıyla uzun süredir Paris’te zenginlerin “mekanı” haline gelmiş olan Luksemburg Parkı’nı anımsatıyor fakat bilindiği gibi Gezi Parkı, kullanım biçimi ve kullanıcıları açısından hiçbir zaman Luksemburg Parkı’na benzeyen bir özellik taşımadı. Tersi, belki söylenebilir. Bu benzetme, Wacquant’ın iddialı belirlemelerini eksik de değil yanlış bir bilgi üzerine oturttuğunu akla getiriyor. Wacquant bir de ekliyor: Tıpkı müzeler gibi. Müzeler de öyle değil midir? Oralar da sadece bir tek “kültürel burjuvaziye” açık değil midir?

“Orta Sınıf” Belirlemeleri
Wacquant’ın tespitlerindeki sorunlu kavramları, konuşmasının içeriğindeki kimi yanlış bilgileri ve “orta sınıfın” nasıl tanımlanacağı üzerine tartışmaları şimdilik bir kenara bırakalım. Asıl olarak, Wacquant’ın “Gezi’nin bir orta sınıf tepkisi” olduğuna dair başlangıç kanaatinin arkasındaki mantığa bakalım. Zira Wacquant’ın argümanını geliştirirken dayandığı bu kanaat Türkiye’de pek çok kişi tarafından çeşitli biçimlerde dillendiriliyor. Yapılan çözümlemeler öncelikle bu “tespitin” üzerine kuruluyor.

Masaya yatıracağımız bu “başlangıç” kanaatinin sadece Gezi direnişine katılanların demografik kompozisyonu ile sınırlı olmadığını belirtmek gerekiyor. Bu esasında Gezi Direnişi’nin niteliğine ilişkin bir tartışma. Zira Gezi’yi bir “orta sınıf kalkışması” olarak kodlayanlar, direnişte ağırlıklı olarak orta sınıf kesimlerin bulunduğuna dair ampirik olarak sınanabilir betimsel bir iddiayla sınırlı kalmıyorlar sadece. Wacquant örneğinde olduğu gibi direnişi bir “araştırma” ve kavrama çabasının parçası haline getirerek “nesneleştiriyor”, bu “nesnenin” niteliğine ve siyasal anlamına dair bir belirleme olarak Gezi’nin bir “orta sınıf kalkışması” olduğunu iddia ediyorlar .Bu yaklaşıma göre Gezi, sadece katılımcı profili açısından değil, mahiyet ve siyasal tavır/etki/anlam açısından da “orta sınıf” karakterini taşıyor bu bakımdan ona Türkiye’deki siyasi mücadeleler açısından bu karakteri uyarınca bir değer ve anlam yüklemek gerekiyor.

Böyle bir pozisyonu yalnızca Gezi Parkı’na katılanların aslında “orta sınıflardan” ibaret olmadığını gösteren bazı istatistiksel verilerle ampirik olarak yanlışlamaya çalışmak, duruma göre değerli bilgiler sunabilir bize ama yeterli olmayacaktır. Böyle bir çaba bir toplumsal hareketi katılımcılarının “gelir grubuyla”, kaynaklara erişebilme kapasitesi ile açıklamayı ya da Bourdieu’cu kavramlarla “kültürel/ekonomik/sembolik” sermaye sahipliği uyarınca niteleyen akıl yürütmeyi baştan kabul eder. Mesele bir toplumsal hareketin katılımcılarının sosyal tabakalaşmadaki konumları uyarınca tarif edilen profiliyle, o toplumsal hareketin anlamı/niteliği arasında bir belirlenme ilişkisi olduğunu varsayan mantıktır. Sadece ampirik veri sunmak, özdeki bu mantıksal kurguyu ve epistemolojik konumlanışı sorunsallaştırmadan bırakır.

Gezi Direnişi’nin Mekanı ve Zamanı
Bu yazıda böyle bir sorunsallaştırmayı birbirleriyle ilişkili adımlar etrafında örmeye çalışalım.

İlk olarak ortada kavrama/sergileme nesnesinin (yani Gezi Direnişi’nin) olgusal olarak neye karşılık geldiğine dair bir “çarpıklık” var:Gezi Direnişi’ni orta sınıf kalkışması (ya da Wacquant örneğinde “kültürel burjuvazinin tepkisi”) olarak gören eğilim, direnişin uzamsal ve zamansal kapsamını daraltmak gibi bir sorunla malul. Bahsi geçen “orta sınıf kalkışması” belirlemesi, bırakın İstanbul’un çeşitli mahallelerini Türkiye’deki neredeyse belli başlı bütün şehirlere sıçrayarak bütün bir Haziran’a yayılmış bir isyanı, Gezi Parkı’ndaki “başlangıç anıyla” ve parkta bulunan insanların (çoğunluğu farazi) eğilimlerine, eylemlilik biçimlerine bakarak değerlendiriyor. Temel olarak yaslanılan “olgu”, direnişe özgünlük kazandıran ve orta sınıfların “kültürel sermayesinin” yansımalarını taşıdığı düşünülen kimi biçimsel göstergeler. Bu göstergeler elbette çok önemli. Öte yandan direnişin niteliğini sadece bunlardan çıkarsamaya çalışan bir yaklaşım, ne eylemlerin sıçradığı “mekanların” direnişin bütününe kattığı anlamları ne de direnişin yayıldığı “zamanın” beraberinde getirdiği dönüşümü hesaba katabilir. Türkiye’nin bütününe yayılmasından itibaren bir bütün olarak Gezi Direnişi “başlangıç anı” ve parktaki direnişçilerin varsayılan profili ile sınırlı tutulamayacak kadar genişlemiş, ülke ölçeğinde siyasal bir meseleye dönüşmüştür. Başlangıç anı da parktaki direnişçilerin “kimler” olduğu da ancak bu siyasallık içerisinde bir anlam kazanabilir bir çözümlemenin parçası olabilir.

Gezi Direnişi ve Yapısal/Tarihsel Bütünlük
İkinci sorun “nesneleştirilen olgunun”(Gezi direnişinin) tarihsel ya da diyakronik bütünlüğünden koparılması ile ilgili.Diyakronik bütünlükten kasıt, kavranmak istenilen bir olgunun karakterinin, bu olguya zemin hazırlayan tarihsellik ve onun gelecekteki olası sonuçları ile bağlantılı bir şekilde ortaya çıkarılabilmesidir. Gezi direnişineniteliğini veren şey bu açıdan sadece “başlangıç” anında harekete geçen ve parkı tutanların toplumsal tabakalaşmadaki varsayılan konumları (“orta sınıf konumu”) değil, direnişin önünü açan ve direnişe aktarılan tarihsel birikimve aynı zamanda direnişin olası siyasal sonuçları olmalı. Direnişçilerin bir bütün olarak benimsedikleri ve direnişin çekirdeğinde yer almaya sonuna kadar devam eden “AKP’nin reddi” göz önüne alındığında, bu “ret” duygusunun bir toplumsal enerjiye dönüşümüne yol açan birikimin tamamı “Gezi Direnişi’nin ne olduğunun” bir parçası olarak değerlendirilebilir. Sadece “orta sınıf isyanı” diye bir belirlemeyle başlayan çözümleme, ne AKP’nin son dönemdeki sıkışmalarını, ne ODTÜ’de bir eşiğin aşılmasını sağlayan direnişi ,ne de Reyhanlı’daki skandalı direnişle ilişkili değerlendirebilecek bir düzlem önerebilir. Bütün bunlar Gezi direnişinin niteliğinin birer parçası olarak “orta sınıfın isyanı” “kültürel burjuvazinin hak arayışı” gibi tanımlamalara sığan şeyler değil.

Üçüncü olarak ise Gezi direnişinin ortaya çıktığı zaman diliminde, toplumsal formasyonun “mevcut andaki” güncel yapısının ve ona içkin “güncel” çelişkilerin göz ardı edilmesi söz konusu (senkronik bütünlüğün göz ardı edilmesi). Gezi direnişi gibi Türkiye’nin bütününe yayılmış bir toplumsal hareketlenmenin, “ne olduğu” ve “nasıl niteleneceği” Türkiye’deki siyasi ve ideolojik mücadelelerin Haziran 2013’te eriştiği uğrağın veya momentin izlerinden bağımsız düşünülemez. Bu uğrak, AKP’nin neoliberal kent politikalarının yarattığı çelişkilerin aldığı güncel biçimleri, İslami-muhafazakar hegemonyanın eriştiği sınırları, kabarma emareleri gösteren toplumsal muhalefete yönelik olarak başvurmak zorunda kaldığı “zoru” ve bir bütün olarak “parlamenter demokrasinin” toplumsal muhalefeti soğuramamasını, yani bir hegemonya krizinin semptomlarını içerir. “Kültürel burjuvazinin mekan tutma” çabasından ibaret bir anlatının bu içeriği kapsaması ise mümkün değil.

Sınıf ve “Tepki”
Dördüncü sorun ise Türkiye’de de aslında çok yaygın bir eğilim olarak bir toplumsal hareketin/eylemin katılımcılarının kimi zaman keyfi bir şekilde tanımlanan sınıfsal çıkarları ile onların siyasal davranışı arasında tam bir çakışmanın olduğunu varsaymak. Bir tür “akılcı seçim teorisini” andıran bu yaklaşım her bireyin siyasal davranışını bütünlüğün ideolojik ve siyasal dolayımı olmaksızın, çıkar hesabı yaparak şekillendirdiğini varsayar. Bu açıdan da bir toplumsal hareket veya eylem katılımcısı olan “bireylerin” tikel çıkarlarını temsil eden, bu çıkarların toplamından ibaret bir stratejik tercih olarak yansıtılır. Gezi Direnişi’ni orta sınıf kaygılarını ve çıkarlarını yansıtan bir eylem olarak olarak kodlayan yaklaşımlarda çeşitli derecelerde de olsa bu perspektifin izlerine rastlanabilir. Wacquant’ın direnişçileri “kendi kültürel sermaye haklarını” yükseltmek arayışında olan kültürel burjuvazinin bir parçası olarak nitelemesinde ve bununla da kalmayarak bu “çıkar” arayışının, direnişçilerle yoksul halk kesimleri arasındaki bağlantıyı kopardığını savlamasında ise bu mantık oldukça baskın. Bu bakış açısı ne Gezi direnişi sürecinde AKP karşıtlığı üzerinden oluşan geniş bloğun kitleselliğini, ne de direnişçilerin kendi iç dayanışmasını ve şiddet karşısındaki direngenliğini açıklayabilir. Elbette sınıf konumundan kaynaklı kısa vadeli “iktisadi” (veya siyasal veya kültürel) çıkarların/kaygıların rengini baskın olarak çaldığı toplumsal eylemlilik örnekleri epey fazladır. Öte yandan Gezi direnişi gibi ülke ölçeğine yayılmış, çoğul ve “gözü kara” bir hareket bundan daha gelişkin bir analizi bu derecede bir kitleselliğin oluşumunda pay sahibi ideolojik ve politik dolayımların çözümlemesini gerektirir.

Burada Gezi Direnişi’ni orta sınıf karakterli bir eylem olarak karakterize eden yaklaşımın arkasındaki mantığın yanlış yönlendiriciliği anlatılırken aynı zamanda eylemcilerin demografik profiline sıkışmayan bir analizin düşünsel olarak nasıl örgütlenmesi gerektiği de ifade edilmiş oluyor. Bu tür analizler Türkiye’de yapılmamış değil. Marksizmi geçtim, sosyolojik tahayyülün asgari ilkeleri bizi böyle bir analize hiç değilse yaklaştırabilir. Pek çok kimsenin “orta sınıf isyanı” ya da “kültürel burjuvazinin mekan mücadelesini” gördüğü yerde bazıları da AKP iktidarında cisimleşen ve içinden geçtiğimiz dönemde, çözülme sürecine giren Türkiye’deki egemen bloğa yöneltilmiş karşı-hegemonik bir meydan okuma görüyor. İkincisinin arkasında içi boş bir siyasal iyimserlik ve aşırı angajman değil, bu yazı boyunca bahsedilen perspektif farkı vardır. Katılımcıların sınıfsal profilinden bağımsız olarak, bu meydan okuma Türkiye’deki egemen sınıfların güncel siyasal/ideolojik örüntülerini sarsıntıya uğratma potansiyeli taşıdığı oranda “sınıfsaldır”. Toplumun belirli kesimlerinin kendine mahsus tikel iktisadi çıkarlarını ve kaygılarını yansıtmak anlamında bir “sınıf tepkisi” olmayabilir değildir direnişe basitçe proleter bir “sınıf tepkisi” diyen zaten pek kimse yoktur ama karşısına aldığı bloğun ve onun stratejilerinin “üretim ilişkileriyle bağlantısını merkeze yerleştiren bir analitik düzlem içerisinde “sınıfsal” bir tepkidir. Zira bir toplumsal harekete “sınıfsal” bir nitelik veren şey katılımcılarının ağırlıklı olarak toplumsal tabakalaşmanın hangi kategorisinde yer aldıkları değil, toplumsal formasyonun asli çelişkisinden (emek-sermaye sermaye birikimi kriz gibi) türeyip türemediği ve bu çelişkileri nasıl ve ne yönde etkilediğidir. Peki toplumsal hareketin katılımcılarının profili, demografik kompozisyonu önemsiz midir? Elbette, hayır. Söylemek istediğim şey, toplumsal hareketin niteliğini belirlerken eylemci profiline analitik bir öncelik atfedilmemesi gerekliliği. Bu profil, harekete dair bazı soruların yanıtlanması için kritik bir önemde de olabilir. Ancak, harekete dair sorulacak anlamlı ve kritik soruları ve toplumun herhangi bir “bölmesinin” hareketle ilişkili olarak mercek altına alınıp alınmayacağı “hareketi” toplumsal bütün ve tarihsel süreç içerisinde konumlandıracak bir çözümleme çabasının içerisinde belirlenebilir.

Gezi direnişini bir “orta sınıf kalkışması” olarak görmekle “karşı-hegemonik bir potansiyel” olarak görmek arasında nasıl bir fark vardır? Mesele sadece ikincisinin daha “doğru” olması değil. Mesele ikincisinin şu soruyu sormayı mümkün kılması: Ne Yapmalı?