Kent hakkı, ölçek ve siyaset

Sol siyaset hem kendi toplum projesinin içeriğini hem de ona ulaşmak için nasıl bir siyasi strateji izlenmesi gerektiğini kent ölçeğine bağlı kalarak tarif edebilir mi? Bu soru çok uzun zamandır sosyal bilimlerin ve pratik siyasetin gündemindeydi ama son yıllarda iyice önemli hale geldi. Bunun arkasında kapitalizmin birikim stratejilerinde kent mekanının merkezi bir öğe haline gelmesi gibi uzun süredir devam eden yapısal bir dönüşüm var. Dünyanın farklı yerlerinde toplumsal muhalefetin siyaset yapmanın mekanı olarak kent meydanlarını benimsemesi de bu sorunun güncelleşmesindeki diğer bir etmen.

Bu soruya “evet” yanıtını veren yaklaşımların bir kısmı “kent hakkı” kavramının veya şiarının, toplumsal dönüşüm stratejisinin ana hatlarını belirlemede önemli bir çıkış noktası olabileceğini savunuyor. Son 20 yıl içerisinde de dünyanın farklı yerlerinde bu temayı merkeze alan çeşitli platform ve örgütlerin ortaya çıktığını gördük. Türkiye’deki sol/sosyalist muhalefet içerisinde de kavram çeşitli biçimlerde tartışma alanına girdi, hatta bazı örneklerde bir siyasi slogana dönüştürüldü.
Kent hakkı kavramı ilk kez Fransız Marksist Henri Lefebvre tarafından 1968 muhalefetinin yükseldiği dönemde, kapitalizmin kentlerine mahsus gündelik hayatın yabancılaştırıcı özelliklerine karşı bir tür yakınma ve talep olarak tarif edilmişti. Lefebvre’in tartışmasındaki temel mesele genel olarak “kentten” kaynaklı ve kentte kendisini gösteren bir insanlık durumunun yine kentin dönüştürülmesi suretiyle aşılmasıydı. Kapitalizmde “değişim değeri” temelinde dönüştürülen şehirler yerine, emekçilerin kendi ihtiyaç ve arzuları uyarınca daha fazla müdahil olduğu bir kent yaşamıydı arzu edilen. David Harvey “kent hakkı” kavramını sosyalist bir siyasi stratejinin parçası haline getirmeye yönelik yeniden açtığı tartışmalarla bu literatürü daha da zenginleştirdi. Harvey “kent hakkının” kendinde bir amaç olmaktan ziyade kapitalist üretim tarzını bütüncül olarak alaşağı etmenin uygun bir çıkış noktası olabileceğini savlıyordu. Asi Şehirler isimli son kitabında sosyalist siyasetin yapması gereken hamlelerden biri olarak “şehirleri örgütlemeyi” önermesinin arkasında da bu perspektif yatıyordu.

Diğer yandan “kent hakkının” siyasi pratiğe aktarılmaya çalışıldığı kimi örneklerde bazı açmazlarla karşı karşıya kalındığı da göze çarpıyor. Bu durum, en temelde, “kent hakkı” talebinin belirli bir toplumsal formasyonun belirli bir zamandaki siyasal ve ideolojik çelişkilerini temel alan bir siyasal stratejinin içerisinden çıkarılmaktansa herkes için evrensel bir hak talebi olarak dile getirilmesinden kaynaklanıyor. İngiliz kent sosyologu Andy Merrifield Politics of Encounter isimli son kitabında “kent hakkının” bahsedilen soyut ve evrensel içeriğiyle içi çeşitli toplumsal aktörler tarafından farklı bir şekilde doldurulabilecek bir “boş gösterene” dönüştüğünü ifade ediyor. Öyle ki, siyasş pratik içerisinde, kavrama içeriğini her zaman ve illa ki kapitalizm karşıtı kentsel toplumsal hareketler vermiyor. Kentsel toplumsal talepleri piyasa güçleri ve devletle bir uzlaşı veya müzakere zemini olarak kullanan daha reformcu eğilimler yanında bizzat uluslararası sermayenin dahi bu kavramı kendine mal edebildiğini gösteren bazı örnekler şimdiden ortaya çıktı. 2010 Mart’ında, Brezilya’da BM tarafından düzenlenen “Dünya Kent Forumu” katılımcılardan Dünya Bankası’nın “kent hakkını” kendi bildirgesine “yoksullukla mücadele” adına dahil etmesi üzerinde durup düşünmek gerekiyor.

“Kent hakkı” teorik olarak ne kadar radikal bir içerikle ele alınırsa alınsın somut mücadeleler alanında sermaye karşıtı bir siyasal ve ideolojik içerikle bütünleştirilmediği müddetçe “sağa” doğru çekiştirilmeye müsait bir nitelik arz edebiliyor. Kentli emekçilerin şehir yaşamına dair toplumsal taleplerini belirli bir bütünlük içerisinde ele alıp siyasal alana taşımaya ve sermaye karşıtı bir bloklaşmanın parçası haline getirmeye bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
Öte yandan bu bağlantıyı kuracak ve kent gündeminin reformcu bir program tarafından soğurulmamasını garanti altına alacak olan şey piyasa düzeninin ülke ölçeğinde yaşadığı siyasal ve ideolojik tıkanmaları göz önüne almak ve kenti ilgilendiren taleplere bunlar üzerinden bir anlam taşımak.

Böyle yapıldığında, yani kentsel talepler ülke ölçeğindeki siyasal ve ideolojik mücadelelerin ve gerilimlerin seyri tarafından belirlenecek bazı ortak nosyonların uyumlu parçası haline getirildiğinde kullanılacak tema veya slogan “kent hakkı” da olmayabilir. Daha doğrusu böyle bir “talebin” nerede ve ne zaman öne çıkarılacağını son kertede belirleyen şey “teori” değil siyaset olur. Hele ki Türkiye gibi siyasal ve ideolojik düzeyin sermaye sınıfının tıkanmalarını çok doğrudan ve şiddetli bir şekilde yansıttığı ülkelerde durum daha da böyle.