1 Mayıs Taksim: Kazanım mı, lütuf mu?

Türkiye oligarşisinin önüne attığı kemiklerle epey semiren bir “medyatör”, isteyen gazeteci de diyebilir, geçmiş zaman, TCK’daki şu meşhur 141 ve 142’nci maddeler, 1991’de galiba, 163 ile birlikte kaldırıldığında, muhtemelen eski solcu arkadaşlarına hitaben, “Kalktı işte komünizm yasağı, kurun partinizi, daha ne istiyorsunuz?” mealinde yazılar yazmış, Özal’la gelen özgürlüğü övmüştü. “Gözünüz doysun!” diye bağırmak istiyordu. Belki de bağırmıştır. Sonra bu özgürlük ortamında Doğan merkezli bir yolculuğa çıktı, hep Doğan’ın “agent”ı olarak Sabah ve Uzan grubunda kariyer, yani milyonlarca dolar yaptı, sonra da yuvaya döndü. Ciddiye alınacak bir entelektüel kapasitesi yoktur. Sadece epey bir parası olduğu söyleniyor. Olsun.

Galiba bu milyoner, bir tipoloji olarak, şimdi, daha doğrusu yarın, 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkıldığını görünce, kafadarlarıyla beraber “Daha ne, işte Taksim’de 1 Mayıs kutluyorsunuz!” diyecek ve egemen sınıflara biat önerecektir. Bu arada Berlin’deki 1 Mayıs gösterilerinde patlak verecek çatışmaları ve kaotik ortamı falan da örnek verebilir. Halimize şükretmemiz için.

Buraya kadar önemli bir şey yok. Bu tür teknokratlar her yere girer, her devrimci yükselişte ve çok gençken ilerici saflara bir biçimde sızar. Henüz tam kaşarlanmamışken... Sonra da o yıllarını sermaye yaparak gerçek yerlerini bulurlar. Bu, sadece Türkiye’de değil, her yerde böyledir. Ama bu türün zihniyeti, soldaki yerini de korur: Herhangi bir kazanım sağlanmış –veya benzeri bir adım atılmışsa-, bu, mutlaka “efendilerin münasip gördüğü” bir “lütuftur”. Yoksa hiçbir kazanım, sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı devrimcilerinin kavgasından doğmaz! Doğamaz! Kendilerinden sınırsız nefret eden bu orta sınıf döküntüleri, böyle bir çizgiden sınırsız satıcılığa kolayca ulaşabilirler.

Öyledir.

Kuşkusuz, Taksim’deki devrimci saflarda da böyle adamlar olacaktır. 1977’de yok muydu? Bugünün halk düşmanı tetikçilerine (“medyatörler”) bir bakın. Önemli bir bölümü, 33 yıl önce solculuk adına oradaydı. İnsan bir mucizeler denizidir madem, her türlü sürprizi ve uçurumu, her tür kahramanlık ve ihaneti de içinde taşımaya mahkumdur.

Fakat bizim asıl gelmek istediğimiz nokta, başkadır: Nasıl bir mücadelenin sonunda, hangi bedelleri yıllar içinde ödeyerek bu devrimci insanlar Taksim’e çıkma hakkını elde ettiler? Önemli olan bu. Türkiye burjuvazisi ve yönetici sınıflar içi yeni istiflenme, artık kamusal alanda bir açık sürtüşmenin getireceklerinden tedirgindir. Kırılgan bir sistemde yaşadıklarımızı hayvani güdüleriyle algılıyorlar. Anlamlandırmaları zor. Ama hissediyorlar. Tedirginlikleri bundandır. Her an, tek bir kıvılcımla, tüm dengelerin altüst olabileceğini fark ettiler. Dolayısıyla, Türk ve Kürt zenginlerinin, tabii AsParti ile pazarlığı ihmal etmeksizin, kendi içlerinde yeni yerleştirmelere giderken, “ayakların” bir sürpriziyle her şeyi kaybetmek istememesi normaldir.

1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak, 2 Mayıs’tan itibaren hiç önemli değildir. Emekçi sınıflar ve hiçbirimizin elbette yeterli bulmadığı devrimci mücadele, bu kazanımın kendi kavgasından doğan bir sonuç olduğunu düşünmek zorundadır. Bunun gereklerini kendisine daha ileri hedefler, özellikle de siyasal iktidar hedefi koyarak, yerine getirebilir ancak. Yani, kendi kendini ikna etmek zorundadır. Doğrusu bu yolda önemli adımlar atıldığını gözlüyoruz. Tekel işçilerinin mücadelesinden sonra, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmaması, tuhaf olurdu. Tekel direnişi sonuçsuz kalamazdı.

Topluma, Erdoğan-Gül partisinin âlicenaplığı, demokratlığı pompalanıyor. Yaparlar. Bunu yapmasalar ne işe yarayacaklar? İşin can alıcı yanı, atılan her adımın büyük bedellerden doğduğunu bilmek ve sınıf mücadelesinde hiçbir hakkın egemen sınıfların “ianesi” olarak görülemeyeceğini solumuz içinde itiraf edebilmektir. Bu, hiç öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü Türkiye solu, yaşadığı büyük travmayı, biraz da bu kendi gücüne güvensizliğe borçludur. Klişeleri tekrar ederken bile, önemli bir bölüm sol, Taksim’e hâlâ birilerinin demokratlığı yüzünden çıktığımızı düşünebilecektir.

Halkın algısında yavaş yavaş oluşan ve bundan sonra kışkırtılması gereken renk, 78 günlük Tekel direnişiyle 1 Mayıs’taki Taksim kutlaması arasındaki doğrudan bağdır. Milyoner medyatörler, bu 1 Mayıs’ı demokrat siyasetin hanesine yazabilir. Yazsınlar. Sevindirici olan şey, başka: Devrimci kesimin, bu 1 Mayıs’ı, uzun ve kararlı bir mücadelenin sonucu olarak yorumladığı gözleniyor. Sevindiricidir. Tabii, Türkiye ilericiliği eğer 2 Mayıs’ta yeni hedeflere yönelip ülkeyi sol bir iktidara çıkaracak yolu döşemeye ara vermezse...

Mücadele her şeyi er ya da geç değiştirir: Burjuvaziyi, sola sızmış sığlıkları, sendikaları ve sendikacıları... Hepsini değiştirir. Kavga ve devrimci inat varsa, sınıf mücadelesinde mutlaka iz bırakır.

Yeni ortaçağımızda, “efendilerin lütfu” diye bir şey yoktur.

Demokrasi diye bir şey hiç yoktur. Yönetilenlerin kazanımlarını bu kavrama sığdırmak mümkün değildir. Ama “sol kemalizm” ve “sol kürdizm”i de içerecek bir kavramsallaştırmayla baktığımızda, devrimci demokrasinin bu 1 Mayıs’ta Taksim’de sosyalist devrimcilerle birlikte ve omuz omuza olması asıl sevindirici gelişmedir.

Umarız öyledir.