Montaj sanayii ve mandacılık-3

11 yıllık AKP iktidarımızın o çok övündüğü, küresel ve mandacı güçler tarafından da çok övülüp, örnek gösterilen mucize! Ekonomisi, ABD Merkez Bankası Fed’in dünya piyasalarına sürdüğü aylık 85 milyar doları azaltacağını bildirmesi üzerine, hiç beklemeksizin krize girmiş, döviz fiyatları orta çaplı bir devalüasyon düzeyinde fırlarken, başta akaryakıt olmak üzere zamlar da birbiri ardına gelmeye başlamıştır. Fed’in şimdilik uygulamadan vazgeçmesiyle ortalık geçici olarak ve nispeten durulmuşsa da döviz fiyatları artmaya devam etmektedir.

Dünyada yüzergezer o kadar çok para varken ve Türkiye’nin ihtiyacı olan döviz devede kulak iken, bu krizi sadece Fed kararına bağlamak ise yanıltıcıdır. Türkiye’ye döviz, dünyada döviz stoku azaldığı için değil, küresel ekonomi kıstaslarına göre, Türkiye’nin riski arttığı ve ekonomi ciddi bir şekilde tıkandığı için gelmez olmuştur. Peki, nedir bu risk dersiniz?

Türkiye için küresel güçlerin 1. derecede önem verdiği risk cari açıktır. Bilindiği gibi cari açık yurtdışıyla yapılan ekonomik faaliyetlerin yani mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin sonucundaki eksi rakamı ifade etmektedir. AKP iktidara geldiğinden beri cari açıkta rekor üstüne rekor kırıp dışarıdan büyük ölçüde de faiz karşılığı gelen dövizlerle bu açığı geçici olarak kapamıştır. Bugüne kadar ihracat artışı konusundaki gelişmeler bu riskin önemsenmemesine yol açarken, son dönemde ihracat artışının durması ve özel sektörün borç stokunun büyümesi karşısında, sermaye hareketi ile döviz girişi kesilmiştir. Ağustos ayı dış ticaret rakamları tehlikenin boyutunu açık bir şekilde göstermektedir.

Uluslararası mal hareketlerinin göstergesi olan dış ticaret rakamlarına baktığımızda, 8 aylık Ocak-Ağustos döneminde, ihracatın 99,4 milyar dolar, ithalatın 166,9 milyar dolar, dış ticaret açığının ise 67,5 milyar dolar olduğunu görmekteyiz. Bu rakamlara göre, geçen yılın aynı ayına göre ihracattaki gerileme yüzde 12,9 oranında, ithalattaki gerileme yüzde 3,4 oranında gerçekleşmiş, dış ticaret açığı ise yüzde 18,3 oranında artmıştır. 44 milyar 293 milyon dolar olarak gerçekleşen cari açıktaki artış oranı ise yüzde 25,4’tür. Böylece cari açığın GSYH’ye oranı 2003’te o büyük kriz sonrasında bile yüzde 10 iken, geçen yıla göre 10 puan artışla yüzde 45 olarak gerçekleşmiştir. Küresel ekonomi kıstaslarına göre bile bu durum riskli bir gelişmeye işaret etmektedir.

Özellikle de son 11 senede hızlanan bir şekilde, 30 yıldır ihracata, döviz girdilerini artırmaya yönelik politikaların izlendiği ve büyük başarıların(!) elde edildiği ekonomimizde bu dar boğaz niçin ortaya çıkmıştır? Özellikle de piyasalar durgun, ihracat yavaşlamışken, nasıl oluyor da ithalat hız kesmiyor dersiniz?

Aşağıdaki tabloya baktığımızda, durumumuz açıkça görülmektedir. Türkiye’nin ihracatta önde koşan en önemli 7 sektöründe ihracat karşılığı gelen dövizin o sektörlerde bile ithalat harcamasının nasıl altında kaldığı, aşağıdaki tabloda gözükmektedir.

1993’lerde, ülkemiz, 100 dolarlık ithalata karşı 77,6 dolar ihracat yapabilirken, geçen yılın Temmuz ayında 100 dolarlık ithalata karşı 61,6 dolar ihracat yapmış, 2013 yılının Temmuz ayında 100 dolarlık ithalata karşılık 59 dolar ihracat yapabilmiştir. 2012 Ocak ayında yüzde 58,5 olan ihracatın ithalata bağımlılık oranı, yani 100 birim ihracat yapabilmek için gereken ithalat miktarı ise bir yılda yüzde 62,1’e çıkmıştır. Ekonomimizin, hayati birçok konuda olduğu gibi ülkemizi tam bir “manda” olarak yöneten küresel güçler sayesinde tekrardan bir montaj sanayiine döndüğü ve her gün biraz daha artan ithalat için döviz ihtiyacı karşılanmadığı takdirde bırakın büyümenin yavaşlamasını, ekonominin durma noktasına geldiği açıkça görülmektedir. 11 yılda hovardaca yok edilen ulusal kaynakları düşündüğümüzde, AKP’nin 11 yılda ekonomide yaptığı tahribatın büyüklüğü de bu tablodan rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Olayı bir başka boyutuyla ele aldığımızda, ülkemizin en büyük 500 sanayi kuruluşunun 2000 yılındaki toplam satış rakamlarının yüzde 18,7’si net katma değerken, 2012 yılında bu oranın yüzde 11,4’e düştüğünü görürüz. Katma değer, üretimin her aşamasında, mal ve hizmetin çıktı fiyatı ile girdi fiyatı arasındaki fark ve milli gelir ise bu katma değerlerin toplamı olduğuna göre bir üretimde, ücret, kâr, faiz ve kira olarak ne kadar katma değer yaratılırsa milli gelirin de o kadar artacağı bir gerçektir. Bu 500 sanayi kuruluşunun toplam satışlarında katma değerin payına yüzde olarak baktığımızda ise, Görüldüğü gibi, ekonomimizin yarattığı katma değer de bu dönemde sürekli olarak düşmüş, sanayimiz, katma değerinin yüzde 90’a yakın kısmını küresel patronlara bırakıp, bize uygun görülen girdileri birleştiren bir montaj sanayiine dönüşmüştür. Küresel finans sisteminden döviz akımı kesildiği takdirde bu sanayinin yaşaması mümkün görülmemektedir. Her geçen gün yok edilen cumhuriyetimizin yanında, bağımsızlığımızın ve ülkemizin kalabilen kaynaklarının da bu kapkaçcı ekonomik düzeni sürdürebilmek için artan bir şekilde peşkeş çekileceğini, gericiliğin, faşist baskıların daha da artacağını ise bu tablo açıkça göstermektedir. Sol, güncel politikaya ağırlığını koymadığı takdirde muhalefet yapmamayı zafer gibi gösteren, çevre ve cemaatlere hoş gözüken aday peşinde koşan, CHP’ye kerhen de olsa birçok ilerici yurttaşımızın oy vermek zorunda kalacağını düşünmek ise son derece üzücüdür.