Halk için, halkla beraber-2

Geçen haftaki yazımda da belirtildiği gibi: Bir devlet partisine dönüşen CHP, devleti inşa ederken, sermayedar yaratma politikalarının yükünü büyük ölçüde halkın sırtına bindirmiştir. Buna, 2. Dünya Savaşı’nın sıkıntıları da eklenince, yepyeni ve modern bir devlet kurmak için yola çıkan sivil, asker aydın kadrolar, hâlâ da sıkıntısı çekildiği şekilde, halkla bulaşamamışlardır. Bir anlamda devlet partisi olarak kurulan CHP ise bu güne kadar hiç seçim kazanamamıştır. Büyük bir coşkuyla hâlâ sevip söylediğimiz 10.Yıl Marşı’ndan sonra o heyecan tekrar yakalanamamış ve 25., 50., 75. Yıl Marşları yazılamamıştır. 90 yılda bir türlü tam olarak kurulamayan cumhuriyetin bu günkü hali ise ,gerçekten üzücüdür. Devlet partisinden cemaat yanaşığına dönüşen CHP ise işin tuzu biberdir.

2. Dünya Savaşı sonrasında, İnönü’nün demokrasi aşkı ve Truman doktriniyle dışa açılan ABD’nin etkisiyle çok partili rejime geçilmiştir. Doğal olarak ta palazlanmaya başlayan, devlet patentli burjuvazinin partisi DP iktidara gelmiştir. Halkın yüzde 70’inin okuma yazma bilmediği bu dönemde, DP, batıda, burjuva demokratik devrimleriyle tasfiye edilen en gerici sınıf ve tabakalarla işbirliği yapmıştır. DP yönetimi, ilk iş ABD ile sarmaş dolaş olup sürdürdüğü baskıcı ve hukuk dışı yönetim sonucu,1960’da, askerler tarafından 27 Mayıs Darbesi ile devrilmiştir. Bu darbe de, esas itibari ile bir kadro hareketi tarafından gerçekleştirilmiştir. Yanlış ve acısını hâlâ çektiğimiz yargılamalar dışında, Bilim insanlarından oluşan kurucu meclisle ülkemizin en ilerici ve özgürlükçü anayasasını yapmışlardır. Ülkemizin en demokratik ve rahat yılları süregelen 60’lı yıllardır.

1961’de Doğan Avcıoğlu’nun liderliğinde başlayan YÖN hareketi de klasik anlamda bir kadro hareketidir. Bazı sosyalistlerin de içinde bulunduğu ve antiemperyalizm bazında, kemalist-sol düşünceye dayanan ve son tahlilde, “zinde güçler”den medet uman bir harekettir. Özellikle 1960’ların sonunda FKF ve TİP içinde Mihri Belli’nin teorisyenliğinde başlayan ve sol hareketin bölünmesine neden olan Demokratik Devrim hareketi de, bu hareketten oldukça esinlenmiştir. Sonuçta, halkı dışlayıp “zinde güçler”den devrim bekleyen demokratik devrimciler, baştan alkışladıkları 12 Mart ve 12 Eylülden solcularla beraber en büyük zararı görmüşler ve bu “millici” güçler gencecik kardeşlerimizi asmış, öldürmüş ve hapislerde çürütmüştür.

12 Eylül’den sonra ise, Özal’ın başa geçirilmesi ile bir taraftan küresel sermaye ile bütünleşme çabaları sürdürülürken bu günlerin alt yapısı hazırlanmış ve devlet gericileştirilmiştir. Sonrasında yine bir kadro hareketi olan 28 Şubatın devamında ise, AKP ile o güne kadar liberal partilere payanda olan dinci kesim dümene geçirilmiştir. Bütün bu süreç içinde, bir mandaya dönüşen ülkemizde, burjuvazinin gericiliğe bile hiçbir karşı çıkışı olmamıştır. Yok edilen devlet sonucu, onlar da talandan paylarını almaya başlamışlardır. Ülkemizde, hele de küreselleşme koşullarında, emperyalizmle çıkarı çatışan bir milli burjuvanın olmadığı ise net bir şekilde ve bir daha görülmüştür. AKP’nin yükselişinde önemli payı olan askerlerin başına gelenler malumumuzken en ufak bir karşı çıkış bile olmaması, umarım ki, “milli ordu” savlarını bitirmiştir.

Görüldüğü gibi, 20. yy.’ın başlarından itibaren ülkemizde ulusalcı hareket, cuntacılık-kemalizm-milli demokratik devrim çizgisinde yürümüştür. Cuntacılık ve milli demokratik devrim hareketlerinin ikincisi de halkla buluşamamış ve karşı devrimlere zemin yaratmistir. 1923’deki, Osmanlılığın çöküşü ve fiili işgal koşullarındaki, ülkeyi düşman işgalinden kurtarıp binlerce sanayi tesisini de yoktan var edip yepyeni ve medeni bir devlet kuran ‘kemalizm’in savunucularının da kendilerini geliştiremediği ve halkla yeteri kadar buluşamadığı açıkça ortadadır. Ulusalcı İP de, çok geniş olanaklarına ve TGB gibi önemli bir gençlik örgütlerine, milyonlarca insanın katıldığı ulusalcı mitinglere rağmen, henüz tam hazır olmayan sol partiler gibi, binde oranlarında oy almaktadır. Bu durum, Atatürk yaşasaydı, bu günün koşullarında büyük olasılıkla, bunlara benzer anlamda ‘kemalist’ olmayacağını göstermektedir.

Ulusalcılığı her söylemde, defalarca Atatürk’ün adını kullanmak olarak algılayan, hâlâ ittihatçılardan, millici güçlerden, Çin’den Rusya’dan medet uman bu hareketin halkla buluşamayacağı açıkça ortadadır. Cemaate karşı, AKP’ye bile yanaşan bu hareket, ülkemizde yaşayan başta Kürtler, Ermeniler olmak üzere diğer halklara karşı milliyetçilik yapmaktadır. Halbuki üzüntü verse de, SSCB, Yugoslavya, Çekoslovakya örneklerinden de anlaşılacağı gibi milliyetçilik sorununun tüm dünya için sanıldığından da karmaşık ve önemli olduğu, karşı-milliyetçiliğin ise felaketleri hızlandırdığı açıkça görülmektedir. Sorunun tek çözümünün ise, kardeş halklar arasındaki diyalogdan geçtiği ise iyice anlaşılmalıdır.
Bunca kötü tecrübeden ve felaketlerden sonra iyice anlaşılmalıdır ki küresel kapitalizmin geldiği noktada, ulusalcılık ve milliyetçilik halklar için çözüm değildir. Tüm halkların ortak düşmanı ise, bu gün küreselleşip daha da adaletsiz hale gelen emperyalizm, dolayısıyla kapitalizmdir. Büyük Haziran Direnişi’nde ortaya çıkan, işsizliğe, geleceksizliğe, yaşam biçimine müdahaleye, faşizme karşı mücadele ise hızla ve kaçınılmaz olarak bu noktaya doğru gelmektedir.