Başkanlık Sistemi: Tekeller Yeni Bir Vücut Ararken

Abdullah Gül ile diğer AKP yöneticilerinin, Tayyip Erdoğan’dan farklı olarak başkanlık sistemini desteklememeleri basında büyük ilgi gördü. Kılıçdaroğlu’nun içi rahatlamış görünüyor, Gül’e sitemle karışık teşekkür etti. Basın da bu açıklamayı Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasındaki ayrışmaya işaret saymakta gecikmedi. Ama Özal’dan beri bitmeyen bu başkanlık sistemi destanını AKP’deki hiziplerle sınırlı görmek için de bir neden bulunmuyor. Çünkü başkanlık sistemi aslında despotik eğilimli AKP kadrolarından başka kimseleri de heyecanlandırıyor.

Sermayenin Hızı, Politikanın Ölümü: ABD-Fransa-Rusya
Başkanlık sistemi konusunda uzun teorik çalışmalar vardır. Ama özünde bu sistem, canlı ve keskin siyasal mücadelelerle kaynayan kamusal yaşamın üzerine çimento dökme tasarımıdır. Parlamenter sistemden çok daha az çatışmalı, çok daha az toplumsal ve çok daha az değişime açıktır

Akla gelen ilk örnek olan ABD’de başkanlık sistemi başlangıçta eyaletler üzerinde Washington’un gücünü tesis etmeye yönelik bir buluştu. Ama Amerikan sermayesi, sistemin asıl yararlarını 1880’lerin ortalarından itibaren fark etmeye başladı. Bu dönemde, otuz yıl içinde dünyaya yayılacak olan Amerikan şirketleri dehşet verici bir hızla sermaye biriktiriyor, tekelleşiyordu. Başkanlık sistemi, bu kritik dönemde içeride işçi muhalefetini boğup sermaye sınıfını bütünleştiriyor, bu bütünleşmeyi dışarıda da emperyalist seferberliğe tedavül edebiliyordu.

Başkanlık sisteminin ülke içindeki örüntüsü basitti 1886 Haymarket olayı ile ünlenen muhalefeti tasfiye politikası, Amerikan kongresinde kapıların farklı siyasal tasarımlara iyice kapanmasıyla tamamlanıyordu. İdeolojilerinden sıyrılmış, programları bakımından birbirinden büyük farklar kalmamış iki parti dolayısıyla siyasal karşıtlıklarından ve her türlü radikal beklentilerinden arındırılmış bir taban yerelde kalıcı, açık örgütlere değil, “political machine” denen siyaset şebekelerine, başkente doğru gittikçe de lobilere dayanan bir “katılım” mekanizması temel uğraklardı. Bütün bu tabloyu, toplumun politikaya ilgisini çökertmek, –Chomsky’nin ünlü deyişiyle– “rıza imal etmek” için örgütlenmiş bir medya ve ulusal uzlaşmanın ürünü olduğu “genel oyla” kanıtlanmış bir başkan figürü tamamlıyordu.

Böylelikle, tekelleşmeye başlamış, emperyal olgunluğa varmış Amerikan sermayesi, ülkede siyasal katılım ve örgütlenerek ülke politikasını değiştirme potansiyelini de sürekli olarak boğmanın yolunu bulmuştu.

Başkanlık sistemi ülkeden ülkeye çok değişiklik gösterdi örneğin Fransa’da Maurice Duverger’in formülasyonuyla bir “yarı-başkanlık sistemi” geliştirildi. Ama cumhuriyet ve devrimler ülkesi, siyasal partinin anavatanı olan, dahası okullarda, kahvelerde, parklarda toplanan siyaset kulüpleriyle iktidarların devrildiği Fransa’da bile başkanlık sisteminin sonuçları aynı oldu.

Soğuk Savaş sonrasında toplumsal muhalefeti, –özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan büyük itibar ve güçle çıkmış olan Fransız Komünist Partisi’ni– zararsız konuma çeken Fransız egemenleri, 1958 yılında Beşinci Cumhuriyet’le emperyal kampa yeniden katılarak, yarı başkanlık sistemini benimsemişti bundan sonra, egemenlerin lobilerdeki pürüzsüz siyaset oyunları ancak sokağın zorlamasıyla, 68’in kaldırım taşlarıyla, geçici bir süreliğine bozulacaktı.

Bugün Fransa’da da bu sistemin sonuçları net olarak görülüyor ve tartışılıyor. Kuşkusuz Fransa’da parti siyaseti ABD’deki kadar öldürülebilmiş değil, ama iktidardaki liberal-muhafazakar Sarkozy hükümetinin, Sosyalist Parti’den kritik kadrolar almasına imkan verecek denli aynılaşmış durumda. Daha önemlisi, sokak, ülke siyasetinin yönünü değiştirmede hiç olmadığı kadar etkisiz toplum örgütlü, ama örgütlerin siyasal iktidar üzerindeki etkisi çok daha sınırlı. Sarkozy’nin son sosyal güvenlik düzenlemelerini her türlü sert muhalefete ve toplumsal destek yitimine rağmen yasalaştırabilmesi şaşırtıcı gelmemelidir.

Örnekler çoğaltılabilir. Rusya’yı ayrıntılı yazmıyorum. Ama SSCB’den devasa bir ekonomik altyapı devralan, hızla oligark ve tekel üreten, bu temeller üzerinde emperyal doktrinler inşa eden Rusya’nın yarı-başkanlık sistemiyle yönetilmesi rastlantı değildir. Putin de Medvedev de, içeride ve dışarıda bütünleşmiş Rus tekellerinin yüzüdür. Liderlerin sert kişiliğinde temsil olunan bu kurumlaşma, bütün yararlarının dışında, komünist partiyi edilgenleştirmek, toplumda sıkça hissedilir ölçülere varan “sosyalizm nostaljisini”, metroda bezgin yolcuların yakınmalarıyla sınırlamak gibi önemli bir işleve sahiptir.

Belli bir gelişmişlik aşamasındaki her ülkede, başkanlık sistemlerinin kökeninde tekelleşme ve emperyal hevesler, hedefinde ise toplumun politikadan dışlanması, siyasetin lobilerde daraltılması saptanabilir.

Emperyal yollar tıkalı
Bu bağlamda Türkiye’deki tartışmalara dönüyoruz Türkiye içinde, tekel rejimi siyasal duvarlarını aslında 12 Eylül darbesinden başlayarak ördü. ANAP gibi ideolojisizlikle övünen bir parti aracılığıyla sürece başladı. Seçim barajı, gülünç siyasal partiler yasası ve polis devletiyle, bu yeni düzeni güvence altına aldı. Lobilerin desteğini alan siyasal parti dışındakiler karikatürleşmeye başladı (hatta çoğu desteği yeniden kazanana dek meclis dışına atıldı).

Özellikle 1994’ten itibaren devalüasyonlarla hızlanan tekelleşme, Türkiye’de siyasal rejimi de önüne katarak süpürdü. Artık hükümette “hız”, “kararlılık” ve değişmezlik geçer akçeydi siyasal anlaşmazlıkların kösteklerine tahammül yoktu. Emperyal ufkun açıldığı 90’larda da “başkanlık rejimi” yer yer gündeme geldi, kamu kanaati yoklandı. Ama her alanda sermayeyi tatmin etmiş olan politikacıya bu son mukafat hep çok görüldü. Başkanlık rejimi politikacının düşü olarak kaldı.

Başkanlık sistemine gerek olmadan sermaye despotizmi kurmuş olan Türk tekelleri gene de durumdan memnun değil. Bu dönüşümün getirdiği ciddi ve derin siyasal kriz büyük sermayeyi de tedirgin ediyor. Dolayısıyla, bir tür başkanlık sistemiyle “nihai istikrarı” sağlayacak bir rejim değişikliği kuşkusuz sermayenin de yakın ufkundadır. CHP’nin AKP’yle aynılaştırılması da bu “torbanın” içindedir. Bu bağlamda tekeller seçim barajının ilgası, siyasal partiler yasasının değişmesi gibi “demokratik” görünen talepler ileri sürmekten çekinmiyorlar. Ne de olsa, hem itibarları artıyor hem bu “eski” kurumların artık yüksek siyasette belirleyici olamayacağı bir rejim yolunda önemli adımlar atmış durumdalar.

Buna karşın, büyük sermaye de, geçtiğimiz Nisan ve Eylül aylarındaki başkanlık sistemi tartışmalarında TÜSİAD’ın tutumunda görüldüğü üzere, böyle bir sisteme hazır değildir. Bir gözü sürekli büyük sermayeyi izleyen Abdullah Gül’ün tereddütlerinde bunun payı büyüktür.

Tekellerin başkanlık sisteminde şimdilik çekince göstermesinin bir nedeni var o da emperyal yolun şimdilik tıkalı olması. Başka deyişle, tekeller yakın çevreyi sömürgeleştirmede epey yol almışsa da, emperyalist bir kurumsallaşma gerçekleştiremedi. Büyük devletlerin Türkiye’ye biçtikleri rol, Türkiye’nin değeri artık son derece belirsiz. Daha da önemlisi, Türkiye sermayesinde, başta Barzanistan olmak üzere, bütün Ortadoğu ve Balkanlar’da, ABD kanatları altında bir emperyalist seferberlik başlatacak iç uzlaşma bulunmuyor. Ve Türkiye tekelleri, Tayyip Erdoğan’da bu uzlaşmayı sağlayacak bir başkan görmüyor. Şimdilik...