Sarışın Dincilik

“Pupil...” Der Spiegel’de Temmuz 2007’de yayımlanan söyleşisinde, İshak Alaton Tayyip Erdoğan için bu sözcüğü kullanmıştı. Dergi, Alaton’un sözlerine atfen, Tayyip Erdoğan için “his pupil” yazıyordu Alaton, “tilmizi” ya da “çırağının” iyi bir öğrenci olduğunu kanıtladığını belirtiyordu. O dönem basında değinilip kaybolan haberler arasındadır.

Alaton’un hep kazanmışlara özgü hoyratlıkla yaptığı bu sözcük seçimi son derece yerindedir. Sözcüğün kökeni Latince’ye kadar izlenebiliyor anlam evreninde “gelişmemişlik” bulunuyor bu nedenle, bazen kendini kaybeden emperyal memurların, “gelişmekte olan” ülkeler için de pupil sözcüğünü kullandığını görebiliyoruz. Pupil’de kişilik ve gelişmişlik aranmadığından, bir İngiliz’e pupil dediğinizde, ilk ya da orta öğretimdeki öğrencileri anlamaktadır.

Dahası da var sözcüğün köklerine inerken, çok derine gitmeye gerek kalmadan ikizi sayılabilecek kadar yakın bir başka sözcükle karşılaşıyoruz: “Puppet”. İngilizce’ye on altıncı yüzyıl başlarında giren bu sözcük, bildiğimiz kukla anlamına geliyor. Başkasının eliyle idare edilen bebekler ve kişiler için kullanılıyor.

Pupil ile puppet’ın aynı kökten beslenmesi şaşırtıcı değil Ortaçağ’da eğitim, ustanın “el” vermesi ve çırağın ustayı “taklit” etmesinden ibaret sayılabilir özgünlük ve kişilik ikincil, hatta yadırgatıcı özelliklerdi. Usta eğitirken çırağının yalnızca aynı mamulü üretebilmesiyle yetinmez, çırağında kendini görmek isterdi. Üretimde sürekliliğin gereği budur.

Dolayısıyla pupil’den puppet’a giden yol sanıldığından kısadır. Puppet ise her zaman sevimli kuklalar için değil, bostan korkulukları için de kullanılmaktadır.

Türkiye’nin en batısından en doğusuna, yeni rejim açısından sakıncalı generallerden Kürt politikacılara, sosyalist eylemci ve yazarlardan polis şeflerine, solcu gazetecilerden ana muhalefet partisindeki dirençli kesimlere kadar herkesi kapsayan bir tutuklama, karalama, iftira kampanyasının ortasında demokratik seçime gidiyorduk işte bu müstesna despotizm gösterisi sırasında, büyük sermayenin “işte size özgürlükçü anayasa!” repliğiyle taslağını sunmaya çalışması, beceriksiz bir maskaranın zamansız sahneye fırlamasıyla aynı etkiyi yaptı.

TÜSİAD tezahürat bekliyordu, ama herkesin donuk bakışlarıyla karşılaştı ve “bir yanlış anlama oldu” yollu açıklamalarla sahneden çekildi. Taslak ve onu izleyen Cem Boyner konuşması cumhuriyetin şu ya da bu yönüne değil, toptan fikrine yönelik öyle kökten öyle ilkesel bir hücumdu ki, iktidar partisi bile taslağı açıkça sahiplenemedi. Çırak, ustası ortadan kaybolunca hareketsiz kalan bir kukla olduğunu gösterdi.

Bununla birlikte, TÜSİAD’ın sahnede kaldığı o kısa süre bile, aslında Türkiye’de bütün tarihyazımını çökertecek bir kırılma anıydı.

Sermaye sınıfı, cumhuriyetin seksen küsur yıllık tarihinde hep serpilmiş, iktidarlar, anayasalar değişse de, darbeler olsa da hep baki olmuş, politikacılarla, generallerle, büyük devletlerle lobiler kurmuş, partilerden kadro almış, partilere kadro vermiş, gereğinde hükümetler düşüren kampanyalar düzenlemiş, siyasetin, ekonominin çizilmesinde başrol oynamış, hiç kuşkusuz basında, giderek kültürde, üniversitelerde, hatta sporda, yaşamın akla gelebilecek her alanında örgütlenmiş bu kesim hâlâ Türkiye’deki siyasal gelişmelere mesafeli, hatta bunların mağduru olarak kendisini sunmayı başarıyordu.

Tekeller örümcek ağı gibi toplumun her alanını sarmış, ama kemalistinden liberaline, en Kürt’ünden en Türk’üne, devrimcisinden kaçkınına kadar ezici çoğunlukta bir kesim için daha hâlâ Türkiye’de “burjuva devrimi” gerçekleşememişti. Hâlâ “demokrasi” yolunda burjuvazinin ağzına bakar konumdaydık.

Bu dev tekeller ise halkın gözündeki konumlarından memnun, tatminsiz ve muhalif söylemleriyle özgürlükçülük oynamayı sürdürüyorlardı. Çırakların ustaları bunlardır.

Koskoca bir toplum aldatılabilir mi? Marx’ta çok tartışılan konulardan biri de, toplumda egemen ideolojiyi egemen sınıfın düşüncesine indirgemesi, bir camera obscura, gerçekliğin ters yansıması olarak tanımlamış olmasıdır. Marx’ta ideoloji bundan ibaret midir, ayrı bir konu ama gerçekten de Marx, koskoca bir toplumun aldatılabileceğine, bilincinin çağlar boyu karartılabileceğine hep inanmış düşünürlerdendir.

İşte TÜSİAD’ın sahnede kaldığı o kısa sürede yanan flaşlar, bilincin karartılmış köşelerini bir an için de olsa aydınlattı. Cumhuriyetin, diyelim, günahlarından arınmayı öneren değil, basbayağı cumhuriyetin ilkelerine ve fikrine, İslamcı hükümeti bile dilsiz bırakacak denli kasteden bir programın tekellerce öngörüldüğünü apaçık sergiledi.

Daha önce her fırsatta örnekleriyle yazmıştım ve hep yineleyeceğim: Türkiye tekelleri, AKP’nin, daha genel olarak da bir tür siyasal İslam’ın bu ülkede bir numaralı destekçisidir. Bu tekeller AKP gibi bir iktidarın ideolojisini üniversitelerinde, medyalarında, sivil toplum kuruluşlarında vs. büyütmekle kalmamış, AKP iktidarına da en ciddi kriz dönemlerinde hep destek vermiştir. Bu desteğe, “bitaraf-bertaraf” didişmesinin örttüğü, geçen referandum da dahildir.

Bu, söz konusu tekellerin “İslamcı” olmalarından, AKP’yi sevmelerinden vs kaynaklanmıyor böyleleri kuşkusuz var. Ama daha çok, büyük mülkiyet sahibi olmanın kaçınılmaz bir sonucudur. Bir kere Türkiye tarihinin en büyük petrol tesisini devletten yok pahasına almışsanız, bir kere İstanbul’un en güzel arazisine tiksindirici avm’lerinizi, yılışık mimarisiyle sitelerinizi kondurmuşsanız, bir kere ülkeye kolay sermaye akışından dehşet paralar kazanmışsanız, artık bu noktadan sonra o eşitsizliği sürdürebilmenin, o serveti çoğaltmanın tek yolu despotizmdir.

Bir iktidar, ikide bir sizi köstekleyen yargının elini kolunu kırmışsa, Ortadoğu pazarında yeni fonları, yeni sömürü kanallarını size açmışsa, işçilerinizi dinsel tevekkülle uysallaştırmış, tarikatla sendikasızlaştırmışsa yaşam tarzınız ne kadar hedonist olursa olsun ve siz ne kadar sarışın, jöleli olursanız olun, böyle bir gidişatın bozulmasına göz yummanız mümkün müdür?

Seçimin gündemi
Geri adım atan TÜSİAD’a karşı her zaman tekellerin sabırsız ve “haşarı çocuğu” olmuş İshak Alaton’un çıkışmasındaki telaş bunun bir yansımasıdır. Anayasa taslağında, “ilkeler koyarak başka kuşaklar üzerinde tahakküm kurmayalım” diyebilecek kadar faşizme açık bir anayasa profesörünü görevlendiren bunlardır toplumun sorumluluğunu duymayan despotlar, topluma da gelecek kuşakların sorumluluğunu umursamamasını öğütleyebilmektedir. Büyük mülk sahibinin faşizme nasıl susadığını bunlar temsil etmiyorsa, Ali Ağaoğlu’nun mimarlar odasını silme arzusunu açıkça dile getirebilmesi anlatabilmelidir.

Tarihte örnekleriyle vardır: Faşizm özünde bir tekeller düzenidir. Sermaye sınıfını hem tedirgin hem mutlu eder. Büyük mülk sahibi, konumunu korumak için bu tedirginliğe katlanır.

TÜSİAD, siyasal İslam’ın kitaplara el uzatan en son faşizm gösterisinden tedirgin olmuş mudur, bilmiyorum. Ama iktidara en büyük tepkilerin ortasında, iktidardan daha pervasız bir programı seçim sonrası gerçekleştirilmek üzere ifşa ettiği kesindir.

Dolayısıyla, seçimin gündemi, AKP’nin kazanıp kazanmayacağı, hangi partinin kaç oy alacağı değil, seçimden sonra toplumu dinselleştirmenin anayasal zemin kazanıp kazanmayacağıdır. Aday listelerinin bu programa yatkın biçimlenmesi, tehlike işaretlerinden yalnızca biridir.

Sarışın dinci, bunu zorlayacağını göstermiştir. Ama eski çırakla, ama yeni bir kuklayla, o da olmazsa bir bostan korkuluğuyla...