Hizbullah Tahliyeleri: Basının “Gafleti” ve Devletin “Aklı”

Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 102. maddesinde yapılan değişikliğin yürürlüğe girmesiyle, on küsur yıldır yargılamaları bitmeyen Hizbullah lider kadrosu tahliye edildi. Tahliye edilenler, insanları en ağır işkencelerle öldürmekten yargılanıyorlardı. Hatta bu işkenceli sorgularını kameraya almışlardı ve her türlü işkenceye aşina Emniyet müdürleri bile, insanların çığlıklar içinde öldürüldüğü bu videoları sonuna kadar izleyemediklerini anlatıyorlardı.

Bu tahliyelerin hukuksal boyutu hemen tartışılmaya başladı. Ama basında işlenen hukuksal “gafletin” ardında bir de siyasal “bilinç” kendini gösteriyor ki, tüyler ürpertici gelişmelere gebe görünüyor.

Şuradan başlayalım: Adalet Bakanı’nın demagojilerinin tersine, diğer örgütlü suç tahliyeleri, DHKP-C ya da PKK gibi örgütlerden tahliyeler ile Hizbullah tahliyesi arasında ciddi farklar bulunuyor. Bu tür “düşman” örgütlerden yakalananların yargıda hesabı hemen görülüyor burada bir kimsenin örgüt üyesi olduğunu, şiddet eylemine katıldığını kanıtlamak için evde bulunan bir iki poster ile itirafçı ifadesi yeterlidir. İçtihatta bol bol var. Dolayısıyla, süresi on yılı aşanların –eğer gerçekten üyelerse– örgütleri içinde de yeri çoktan doldurulmuş bazı istisnalar olarak görülmesi yerindedir.

Oysa Hizbullah tahliyesinde, iddiaların ve delillerin sağlamlığı yanında, örgütün toparlanmasında son derece kritik rol oynayacak bir lider kadrosu söz konusudur. Hizbullah’ın, bu arada uyuşturucu baronlarının beyin takımları olduğu kanısı neredeyse sabit kadrolar tahliye edilmiş bulunuyor.

Üstelik Hizbullah’ın lider kadrosu olmakla suçlanan bu kimseler, kamu kanaatinde, devlet desteğiyle büyümüş bir ekip olarak biliniyor. Nitekim, 90’lı yıllarda örgütün, PKK’ye karşı savaşta Türk devletinin yanında yer alma konusunda bölündüğünü anımsıyoruz. Kürt hareketinin gazetelerini satanları, yasal politikacıları ve PKK sempatizanı olduğunu düşündükleri kimseleri sokak ortasında kafalarına satırlar vurarak öldürenler, devletin milis gücü olarak hareket etmeyi esas alan kesimdir. Bölgede halk arasında “hizb-ul kontra” olarak tanınıyorlardı ve devletin güvenlik güçlerinden himaye gördükleri, Hizbullah operasyonları sırasında basına yansımıştı.

Demek, hiçbir altyapı çalışması yapılmaksızın, 2010 yılı sonunda yürürlüğe konulan yasayla tahliye edilen Hizbullahçılar derken, basbayağı kontrgerilla şeflerinden söz ediyoruz. Birinci nokta burasıdır.

İkincisi kamu kanaatinde, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra, 2000’li yılların başlarından itibaren, devletin Hizbullah’ı tasfiyeye başladığı vurgulanıyor. Tasfiyenin bir ayağı, Hizbullah hücrelerinin çökertilmesi ise diğer ayağı, devletin bölgedeki geleneksel müttefiki olan İslamcı tarikatlar ve aşiretlerin bu milis oluşumundan uzaklaştırılmasıdır. Hizbullah’ı asıl etkisizleştiren polis operasyonları değil, beslendiği kanalların basit bir hamleyle devlet tarafından kapatılması olmuştur.

Bununla birlikte, 2004 yılından sonra, İslamcı AKP hükümetinde, bölgede siyasal İslamcılığın bu kez yasal alanda büyük bir güçlenme ve serpilme dönemine girdiğini görüyoruz. Bunun en belirgin ifadesi, Danimarka karikatür krizi vesilesiyle Diyarbakır’da yapılan devasa mitingti. Karikatür meselesinde Ortadoğu’nun ikinci büyük mitingi olarak ilan edilen bu eylem, bölgede İslamcılığın ve tarikatların gövde gösterisine dönüşmüş, Hatip Dicle, Hasip Kaplan gibi BDP çizgisindeki politikacıların da bölgede “laiklik tehlikesine” dikkat çekmesine neden olmuştu.

Dahası, bölgede dincileşmeye desteğin yalnızca hükümetten geldiği de söylenemez. Bu süreçteki seçimlerde, bölgede görev yapan asker ve ailelerinin, DTP’nin kazanmasındansa AKP’ye oy verdiklerine ilişkin çok somut veriler ortaya çıkmıştı. Bu bir ehven-i şer seçimi değil, belki de AKP’ye Türk ordusunun bu kadar tahammül göstermesinin altında yatan devlet politikasıydı.

O günden beri bölgede tarikatlar ile cemaatler, yineliyorum, “laik” Türk devletinin bir numaralı müttefikleri, hükümet olanaklarını da kullanarak yardım dernekleri, yayınevleri etrafında ciddi bir yaygınlık kazandılar. Tarikatların “Kimse Yok Mu”, “Deniz Feneri,” “Cansuyu” ve “İnsani Yardım Vakfı” gibi örgütlerine karşı DTP çizgisi o dönem yoksullukla mücadele dernekleri örgütlemeye çalışıyordu. Hatta, son dönemde dinci Kürt siyasetleriyle Kürt hareketi arasındaki çatışma yasal platformdan çıkıp şiddet eylemlerine, hatta sokak çatışmalarına varmıştı.

Dolayısıyla, bu büyük hukuk “ihmali” en azından 2004’ten bu yana bölgede sürdürülen yoğun bir İslamcı taban çalışmasının üzerine geldi mitinglerle, yardım dernekleriyle giderek kendini gösteren bir tabana “kadro”, hatta “baş” armağan edilmiş oldu.

Adalet Bakanı’nın, suçu Yargıtay’a atmak için kullandığı ifadelerden, bu tür kritik davalarda yaşanacak sorunlardan haberdar olduğu anlaşılıyor. Zaten tersi de düşünülemez.

Bu durum ve karşılaşılan hukuk skandalının büyüklüğü, ortada Türk basınında işlendiğinin tersine, bir hukuksal gafletten ziyade bir devlet aklı olduğu izlenimini güçlendirmektedir. Acaba, Hizbullah’ın 2000’li yıllarda kesilen besin kanallarının yeniden açılması mı düşünülüyor? En azından, laikliğin ilkesel ve kurumsal olarak bu denli çökertildiği bir ülkede, artık bu kanalların, 93 konseptine göre daha güçlü işlemesinin önünde bir engelin kalmadığını söyleyebiliyoruz.