Dış Politikanın Pop Şeyhi Davutoğlu: Bir Muhasebe

Daha önceki yıllarda böyle özel bir gündem oluşturmamıştı bir süredir Türk basını, 2010 yılında Türk dış politikasının muhasebesini yapmakla meşgul. Meclis dışından Dışişleri Bakanlığı’na atanan Ahmet Davutoğlu’nun 2010 yılındaki dış politika hamleleri ile bunların doğurduğu eksen kayması tartışmaları doğal olarak bu muhasebenin merkezinde bulunuyor.

Ahmet Davutoğlu, AKP’nin kuruluşundan beri sıklıkla tanık olduğumuz bir basın kampanyasıyla, Tayyip Erdoğan’ın deyişiyle, “manşetlerle” Dışişleri Bakanlığı’na getirildi. Medya çağında, bir pop şarkıcısı imal etme ile bir dışişleri bakanı imal etme arasında çok fark bulunmuyor: ikisi de eninde sonunda “imaj” meselesidir. Nitekim Ahmet Davutoğlu’na da “Türk Kissinger” etiketi yapıştırılmakta gecikilmedi.

Ama “kemalist elitlerden” kurtulan Türkiye’nin Meclis dışından getirilmiş, yani atanmış dışişleri bakanının da kuşkusuz bir farkı olmalıydı. Davutoğlu’ya uluslararası ilişkiler kürsülerindeki moda merkezlerinden hemen süslü bir “doktrin” bulundu Türkiye’yi “komşularla sıfır sorun” ve “proaktif” dış politikaya yönlendirecek, böylelikle bölgesel bir güç haline getirecekti. Bunlarda ne gibi bir doktriner derinlik bulunduğunu basındaki birkaç huysuz kalem dışında kimse sorgulamadı. Medyadaki övgülere iyice kapılan Davutoğlu da merkezine Türkiye’yi –yani kendisini– yerleştirdiği Yeni Osmanlı projesini ilan etmekte bir sakınca görmedi. Bir kez daha müritler şeyhi uçurmuştu.

Bu doğrultuda gene yoğun medya desteği altında Davutoğlu bir dizi “açılım” gerçekleştirdi. Her şeyden önce Ortadoğu’da Araplar’ın gönlünü okşayacak bir politik hat tutturdu. Öte yanda, İran’la yer yer Amerika’nın itirazlarını çekecek biçimde, nükleer müzakereler yürüttü. Üstelik, geçtiğimiz Kasım ayına dek süren, İsrail’e yönelik saldırgan bir söylem benimsedi. Bu arada, söz konusu anti-İsrail kampanyası bütün hükümete öyle bir sirayet etti ki, YÖK Başkanı bile İsrail tohumları üzerine derin görüşlerinden kamu kanaatini mahrum bırakmadı. Ama en önemlisi, Türkiye’nin tutuk Irak politikasını “aktifleştirdi”. Kuzey Irak’taki devletimsi oluşumun şefi Barzani ile Türkiye’nin siyaset ve iş çevreleri arasında yeni, güçlü bağlar kurdu.

Bu gelişmelerin, bazı çevrelerde “Türk dış politika ekseni Batı’dan Doğu’ya mı kayıyor” yollu kuşkular doğurduğu biliniyor. Çoğu muhalif yazar, bunu İslamcı AKP’nin, geleneksel Türk dış politikasındaki Batı odaklı seyre müdahalesi olarak değerlendiriyordu. Bu tartışmalara çok geçmeden Avrupa ile Amerika’dan benzer değerlendirmeler eşlik etti kimi yazarlar Türkiye’nin Batı çizgisinden ayrılmakta olduğu kaygılarını dile getirirken, kimileri Türkiye’nin yeni dış politikasını hararetle savunma görevi üstlenmişti. Dolayısıyla, gerçekten de 2010 yılında dış politikada bir kopuş yaşandığı ve önemli bir dönemeçten geçtiğimiz konusunda fikir birliği bulunuyordu.

AKP’nin herhangi bir anda, kendi başına hareket etme ve yön bulma kabiliyeti olmadığına inananlardanım. Davutoğlu’ndan başlayarak, AKP’li İslamcı kadroların birikimleri bu tür irade gösterebilmelerine elvermiyor. En fazla, “proaktif” demagojisinin de ima ettiği üzere, bir durumdan vazife çıkarma, görev verilmeden kapma hali söz konusudur. Bu tüccar siyaset kurnazlığı, egemen basında eksik olmayan AKP övgüleriyle karışınca, fevrilikler, ölçüsüzlükler bu sahte “bağımsız politika” izlenimini besleyebiliyor.

AKP yanlısı resmi ideologların yakın dostu, açık CIA görevlisi Graham Fuller’in bu “eksen kaymasını” istikrarlı biçimde savunması yeterince açık sayılmalıdır. ABD’de, Bush döneminde ortaya çıkan ve Obama’yla birlikte güç kazanan bir eğilim söz konusu: Merkez ülkelerde giderek daha ağır biçimde duyumsanan şiddetli ekonomik daralma karşısında, son yıllarda ciddi sermaye birikimi yakalamış “yeni yükselen” ülkelere dayanma, bunları kazanma stratejisi, azımsanmayacak bir kesim tarafından savunuluyor. Bu yeni ülkeler arasında Çin olduğu kadar petrol fiyatlarındaki artışla birlikte büyük üstünlük elde eden Rusya, özellikle de Körfez sermayesi bulunuyor. Bush yönetiminin yer yer lümpence dağıttığı bu ilişkileri Obama’nın restore etmeye çalıştığını görüyoruz. “Çoktaraflılık” bu politikanın kodudur.

Bu restorasyonun ekonomik olmaktan önce politikada yapıldığı belirtilmelidir. Özellikle Ortadoğu söz konusu olduğunda, gene ‘neo-konserve’lerin aşırı İsrail yanlılığı karşısında, Obama’nın İsrail’i dizginleyerek Arap müttefiklerinin itibarını yeniden toparlama çabası göze çarpıyordu.

Davutoğlu’nun büyük medya kampanyasıyla parlattığı “proaktif” politika, işte bu Obama restorasyonunun taşeronluğundan başka birşey değildir. İsrail ile Suriye arasında kulisler yapma, İsrail karşısında Filistin’i savunuyor görünme, Rusya’yla Obama yakınlaşırken vizeleri kaldırma, İran’ı nükleer programından vazgeçirebileceği izlenimini verme, hep bu politikanın ayaklarıdır. Yalnız dikkat edilsin burada “gerçekleştirilen” bir program değil, bir taşeronluk niyeti, bir ihale kapma hevesi, “biz yapabiliriz” izlenimi vermek söz konusudur. Bütün bu politika başlıkları hep niyet halindedir, çünkü bölgemizde bütün bu ihaleleri kapmada iddialı başka ülkeler de bulunuyor: Türk milliyetçiliğinin kalbi Erzurum’da Tayyip Erdoğan’ı azarlayan Papandreu bunlardan biridir.

Taşeronluk mu? Türkiye’nin geleneksel dış politikasında hiçbir kopuş olmadığının, hatta bağımlılık ilişkisinde ciddi bir statü kaybı yaşandığının göstergesidir. Eskiden hiç değilse kadrolu görevliydik, şimdi ise emperyal ağ içindeki yerimiz için ihale kapmak üzere “proaktif” olmamız gerekiyor. İleride Davutoğlu’nu da güvencesizlik ve esnekleşme mağduru olarak meydanlarda görürsek şaşırmamalı.

AKP’nin acınası dış politika heveslerinde ne kadar başarılı olduğu bizi ilgilendirmiyor. Bence son derece başarısız ve beceriksizdir, ama bu görece önemsiz boyutudur. Çünkü bu “proaktif” çabaların asıl işlevi, AKP’ye uluslararası destek kazandırmaktan ziyade, iç politikada sağladığı mutabakattır. Bu politikanın vaatleri, egemenlerin, öncelikle ve kesinlikle büyük sermayenin, bu arada çok çok büyük ölçüde ordunun, AKP etrafında toparlanmasını sağlıyordu. AKP, Türkiye egemenleri açısından emperyal ağ içinde kalabilmenin tek koşulu olarak görünüyordu.

Öyle ya, bir ucu İran içlerine, diğer ucu Körfez sermayesine uzanabilecek başka hangi parti var? Ermenistan ile Yunanistan karşısında kendini rezil etme pahasına, en hesapsız biçimde taşeronluk yapabilecek başka bir siyasal kadro var mı? Türkiye sermayesi de giderek daralan ekonomide, Körfez sermayesiyle, Ortadoğu pazarıyla ilişki kurmada AKP’ye muhtaç görünüyordu.

Bu büyük mutabakatı, TÜSİAD’ın geçtiğimiz yazdan itibaren güttüğü politikalarda izlemek mümkündür. Haziran ayında TÜSİAD’ın başkan ünvanlı sekreteri Ümit Boyner, Türkiye’nin yeni dış politikasında “eksen kayması yok” açıklamasıyla, İran’ın küresel sisteme entegrasyonunun önemli olduğu beyanıyla herkesi şaşırtmıştı. Daha net bir söylem ise Ağustos ayında Ahmet Davutoğlu’yla bir söyleşinin de yer aldığı, Görüş dergisinde bulunabilir. Türkiye “top league” tekellerinin örgütü TÜSİAD, tam da eksen kaymasına yönelik eleştirilerin ortasında, üstelik Tayyip Erdoğan’la örgüt arasındaki referandum geriliminin hissedilir olduğu dönemde, “eksen kayması” olarak yorumlanan adımları açıkça övmekten çekinmemişti

Ama artık, basında ilk kez açılan bu dış politika muhasebesi başlıklarında, basın kampanyalarında dışavurulmuş mutabakatın zayıfladığını görüyoruz. Kasım ayında Obama’nın Kongre seçimlerinde aldığı darbe, Davutoğlu’nun gireceği ihaleleri, tekellere vaatlerini boşa çıkarma tehlikesi doğuruyor. Çok daha önemlisi, hükümet, Davutoğlu’nun açtığı Barzanistan kapısından yerleşik büyük sermayeyi sokmakta ayak diriyor. Affedilmez hatalardır.

Bu nedenle, Türk basınında daha yoğun olarak Tayyip Erdoğan’a karşı, ama yer yer Davutoğlu’na yönelik olarak da diller sivrilmeye başladı. Davutoğlu’na Yeni Osmanlı türü makro projelerin, Türkiye’nin harcı olmadığı, dış politikada gerçekçiliğin önemi anımsatılıyor. Müritler, uçurdukları şeyhi yeniden yere indirmeye çalışıyor.