“İstanbul Sermayesi” Susarak Uyardı

Türkiye sermayesinin siyasal tercihleri ve yönelimleri çoğu kez kafaları karıştırıyor, güncel tartışmaların dışında tutuluyor. Bunda, Türkiye’de egemenlerin “askeri-bürokratik seçkinler” olduğunu vaaz eden kadim liberal söylemin etkisi var. Bu etki o kadar derin ki, askeri-bürokratik seçkin efsanesi, çökse bile Türkiye’nin 80 yılı boyunca büyüyüp serpilmiş tekeller, Türkiye siyasetini gözleyenlerin odağından kaçmayı hâlâ başarıyor.

Anlaşılan bütün dikkatleri, “Anadolu sermayesi” adındaki göl canavarının arada görünen gölgelerine toplayan ucuz sosyoloji sayesinde, “İstanbul sermayesi”, bir kez daha egemen sınıf olarak görünme gururundan feragat etmiştir.

Biz gene de büyük tekellerimizi bu gururdan mahrum bırakmamak için gözlemlerimizi paylaşalım.

Anadolu’da Yeni Bir Efsane: Anadolu Sermayesi
Türkiye’de AKP iktidarının oluşumunda büyük sermayenin ne denli belirleyici olduğunu, tekellerin AKP’yle kurdukları ilişkinin dünü ve bugününü belirginleştirmek için önce şu Anadolu sermayesi demagojisine değinmek gerekiyor.

Birincisi şu netlikle ortaya konulmalıdır: AKP’nin Anadolu sermayesi lehine İstanbul sermayesini gerilettiği tezi, büyük bir çarpıtmadır ve AKP’nin “unutulmuşların” “otantiklerin” ve “mağdurların” sesi olduğuna ilişkin propagandanın uzantısıdır aslında bu iki kesim iktisaden öyle iç içe geçmiştir ki, ne denli ayrı tanımlanabileceği bile tartışılır durumdadır. Her İstanbul sermaye grubu, aslında bir zamanların bir Anadolu sermayesidir. İstanbul sermayesi kavramı, bir grubun Anadolu’daki ilişkilerine bir de payitahtta mevki elde etmiş olması gerçeğini ifade etmektedir. Bu bağlamda, Sabancı’nın, yerleşik tekeller içinde belirleyici yere ve bir de içi liberal profesörlerle doldurulmuş “seçkin” üniversiteye sahip olan bu grubun, aynı zamanda, doğduğu Adana’da Ortadoğu’nun en büyük camilerinden biriyle egemenliğini simgeleştirmiş olması tutarlıdır.

İstanbul tekellerinin ağı sektörler içinde, sektörler arasında olduğu kadar coğrafyalar arasında da geçerliliğini korumaktadır. Anadolu sermayesinin yaşam alanı, bu ağlarla çizilmiş bulunuyor.

İkincisi, bununla bağlantılı olarak, yerleşik tekeller, Sovyetler’in çöküşünden sonra, yani 90’ların ortalarından itibaren, yatırım önceliklerini Türkiye dışı coğrafyalara kaydırdılar. Büyük sermayenin iştahını Doğu Avrupa ile Ortaasya pazarları kabartıyordu ve Cumhuriyet kurumlarını, devletçiliği tasfiyenin ağır seyrettiği Türkiye içindeki genişlemeleri planlarında tali kalıyordu.

Türkiye’de özelleştirmelerde, önemli sektörlerin köşe başlarını tuttular, yeni sektörlerde rekabeti ise gene yeni ve hırslı “Anadolu” sermaye gruplarına bıraktılar. Tekeller, rekabeti sevmezler. Orman kanunun rekabetinde en uygun olanın ayakta kalışını izlemeyi yeğlediler.

Üçüncüsü, bugün “Anadolu sermayesi” denilen kesim, aslında büyük ölçüde yerleşik tekellerin bilinçli olarak bıraktıkları bu sahada yükseldi. Türkiye’de büyüyen servetten giderek daha büyük pay aldı ve serpildi. En az vurgulanan nokta ise, bütün bu büyümenin “İstanbul sermayesini” hemen hiç tedirgin etmediğidir. Kendi yerleşik koltuklarında rahat, ülke dışındaki daha elverişli pazarlara göz dikmişlerdi. “Görünmez el,” Türkiye emek ve toprağını ensesi kalınlara böyle paylaştırmıştı.

Tekellerin Son İmalatı: AKP
Bizi daha çok ilgilendiren ise büyük sermayenin siyasal tercihleridir. Büyük sermayede tek tek yöneticiler hangi siyasal tercihlerde bulunursa bulunsun, Türk tekelleri, yerleşik tekeller, Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesini program bellediler. Başka deyişle, AKP gibi bir cumhuriyet düşmanı partinin oluşumu, “Anadolu sermayesinden” önce bu tekellerin çıkarlarına hitap ediyordu.

28 Şubat ertesi dönemlerde, Koç ve Sabancı Fethullah Gülen’le ziyafetlerde bir araya geldiklerini anımsatmak isterim. Bülent Ecevit’in “Fethullah Gülen’le felsefe sohbetleri yaptığını” anlattığı yıllardır. 2001’de kurulan AKP’nin dehşet bir büyük medya propagandasıyla yüceltilip 2002’de seçimi kazandığında Sabancı’nın nasıl bir ölçüsüz heyecanla televizyonlara “artık istikrar gelecek, kurtulduk” yollu demeçler verdiği hâlâ unutulmamıştır. Sakıp Sabancı’nın bu sevinç gösterisi, başımıza gelecekleri haber veriyordu.

AKP, hükümet döneminin en başından beri önce özelleştirmelerle tekellere vefa borcunu ödedi. Doğru, özelleştirmeleri nicele vurduğumuzda, daha çok yeni yükselen “Anadolu sermayesi” ağır basıyordu. Ama nitelik bakımından, büyük tekellere gene “köşe başları” layık görülmüştü bir kez TÜPRAŞ’ın, ekonominin bu kilit kuruluşunun Koç’a verilmesi, kuşkusuz diğer özelleştirmelerin çoğundan çok daha belirleyici sayılmalıdır.

Bütün bu özelleştirme stratejilerine asıl olarak sermaye despotizmini kalıcılaştıracak yasal düzenlemeler eşlik etti. Referandum ve bilimum yargı düzenlemesinin ilgası buradadır. Tekeller gene ısmarladıklarını almanın rahatlığıyla kulüplerine dönüyorlardı.

Karşılığında ise AKP 1) Cumhuriyet mitingleri 2) kapatma davası 3) Kürt açılımı ve bunlarla bağlantılı olarak ordunun kışlada tutulması gibi en kritik konularda tekellerin eşsiz desteğinden yararlandı. Kendi fonlarıyla yürüyen üniversitelerdeki, sivil toplum kuruluşlarındaki ideologların AKP hizmetine koşulmasında tekellerin etkileri ise özellikle araştırmaya değerdir. Tarihte ilk kez “İzmir sermayesi” temsilcisi Boyner yönetiminde TÜSİAD’ın MÜSİAD’la buluşması ise ayrıca temsil edicidir. Anadolu ile İstanbul sermayesinin tarihsel uzlaşmasına tanıklık ediyorduk.

Tayyip Yeni Sözleşme Peşinde
Bununla birlikte, AKP ile büyük sermaye arasında, yer yer ABD ve İsrail’e rağmen süren uyum, son zamanlarda bozulmuş durumda. Referandum zaferinin gösterdiği despotizm imkanıyla gözleri kamaşan AKP iktidarı, başta Barzanistan olmak üzere, dış pazarları TÜSİAD’a kapatmaya, Anadolu sermayesine, en başta da MÜSİAD’a açmaya başladı. Anlaşılan, TÜSİAD’ı dışlayan bu kritik hamlede, kendisine doğrudan bağımlı olan Anadolu sermayesinin ekonomide nicel bir yükseliş yakalamasını, ayrıca TÜSİAD’dan gördüğü teveccühü yanlış yorumlayarak, bunlara aşırı güvendi. Türkiye içindeki paylaşımda çok da hırslı olmayan TÜSİAD için –özellikle dış pazarları ağır tehdit altında tutan bu ekonomik kriz döneminde– Kürt ve Ortadoğu pazarlarının kapatılması, Ümit Hanım’ın Kürtler’in ayağına giderek zarif topuklarıyla halay çekmek zorunda bırakılması affedilir iş değildi.

Tayyip Erdoğan geçtiğimiz haftalarda TÜSİAD’a seslenirken –ne büyük rastlantı– yoğun medya saldırısı ve liberal ittifaklarının kopuşlarıyla tahrip edilmiş haldeydi. Her zamanki tehditkâr üslubu yerine, bu kez “alttan alıyordu”. Yalnızca alttan almıyor, ayrıca, tekellerin adlarına “yüzde yüz yerli malı” otomobil üretmeleri gibi kendi zekasına yakışır önerilerle gönül de alıyordu. Ekonomi yazarları, böyle güllük gülistanlık bir buluşmanın şaşkınlığını yaşıyorlardı.

Tayyip zekası, kuşkusuz bazı işadamlarında karşılık buldu. Ağızlarındaki salyaları ve avuçlarının kaşınmasını engelleyemeyen bazı girişimci ruhlar, “yapalım” yollu ortaya atıldılar. Ama bir zamanın Anadolusundan gelip Ankara ve İstanbul’da muslukların başlarını tutmuş tekellerin temsilcileri biraz farklıydı. AKP’ye verdiği destekten ötürü sarışın İslamcı unvanını hak eden Ümit Boyner “yargı reformu” istedi ve sonra sustu. Mustafa Koç’un yanıtı teknik olarak saçma, siyasal olarak anlamlıdır: “Daha onu teknolojik olarak yapmak biraz imkan dışı gibi...”

Türkiye tekelleri, AKP’yle olmasa da Tayyip Erdoğan’la yürünebileceğine kuşkuyla bakıyor. Ne var ki, AKP despotizminin bu en önemli destekten mahrum kalacağını söylemek için henüz erken. Ne de olsa, –günümüz liberallerinin Marksist metinlere referansla söylediklerinin tersine– sermaye, bir devrimci sınıf değil, basbayağı köledir. Gövdeleri ne kadar şişmişse, o kadar çürük politikacılara köle olmaya gönüllüdür.