Sivil Toplumcunun Uzun Tarihi, Yakın Ölümü

Bugün Türkiye’de bir eşiğe yaklaşıyoruz. AKP despotizminin girdiği erken zafer havasıyla AKP’ye meşruiyet üreten liberal ideologların bir anda ortada kalması, siyasal gündemin ötesine geçen, tarihsel bir anlama sahip görünüyor belki de, uzun zamandır sol bilinci kemiren bir toplumsal muhalefet gündeminin, sivil toplumculuğun ve bu gündemi örgütleyen ideolog tipinin sonuna yaklaşıyoruz.

Bu ucu görünen karanlık tünele giriş tarihi olarak, 1975 yılı verilebilir. ABD ile SSCB başta olmak üzere otuz beş ülke tarafından 1975 yılında imzalanan Helsinki Senedi’nin, en azından on dokuzuncu yüzyıl ortalarından başlatabileceğimiz modern toplumsal muhalefet gündeminde dönüm noktası olacağı tahmin edilememişti.

Sovyetler çok memnundu. Senet’te, ülkelerin iç işlerine karışılmaması ve sınırların değişmezliği ilkesini, Sovyet kadroları Soğuk Savaş’ın başından beri dış siyaset doktrini olarak belledikleri “barış içinde bir arada yaşama” politikasının sağlam bir zemine oturması olarak yorumladılar. Bu anlamda, Senet Sovyet yönetimince tam bir zafer olarak görülüyordu.

Oysa, aslında ölüm fermanlarına imza attıklarını söylemek abartılı olmaz. Sınırlara geleneksel yollarla uluslararası müdahale çoktan kadük kalmışken, başka bir ilke, ülkeler içinde temel hürriyetlerin, bu arada din, inanç ve ifade hürriyetinin sağlanması taahhüdü, yeni müdahale biçimlerine meşruiyet oluşturmuştu. Senet’le birlikte, içişlerine ve sınırlara “barışçıl” ya da “insani” yollardan müdahale için kapılar sonuna dek açılmış oluyordu. Aslında ortada bir “müdahalesizlik” amacının olmadığı o denli açıktı ki, NATO, “barışçıl” müdahale yollarının tükenmediğini ilan ederek Baltık ülkeleri konusundaki sert tutumunun değişmediğini henüz imza şölenleri sürerken duyuruyordu.

Nitekim, hemen ardından, SSCB’de ilk kez, 1976 yılında “Moskova Helsinki Grubu” adıyla bir sivil toplum örgütü kuruldu. Çok geçmeden, Ocak 1977’de emperyalizm-Sovyetler çatışmasının merkezlerinden Çekoslovakya’da Charta 77 adıyla ikinci bir örgüt oluştu. Bunları, benzerleri izledi.

Sivil Toplum = İradesizlik + “Network”
Bu örgütlerin amaçları, Helsinki’de taahhütlerinin uygulanıp uygulanmadığını gözlemlemek olarak tarif ediliyordu. Hiçbir siyasal iddiaları bulunmuyordu başka deyişle, ülke yönetimine ilişkin herhangi bir iradi hamlede bulunmuyorlardı. Siyasal iktidarın ele geçirilmesi, toplumun nasıl yönetilebileceğine ilişkin makro tasarımlar bu muhalefetin gündemlerinden bütünüyle dışlanmıştı. Bu riskli gündemlere girmek yerine, Senet’te belirtilmiş son derece genel ilkelere, en başta “insan haklarına” dayalı sınırlı eleştiriler getirmek, bu çerçevede raporlar düzenlemek, siyasal değil, nesnel bir üslup tutturmaya özen göstermek sivil toplum örgütleri açısından özel önem taşıyordu. Sivil toplum örgütleri, siyaset üstüydü.

Kuşkusuz Doğu Bloku’ndaki güvenlik kurumları bu yeni “konukların” Sovyet ve halk düşmanı olduklarını teşhis ile ilan etmiş, bunları takibe almıştı. Ama sivil toplumcuların iddiasız tutumları, Sovyet yönetimince de tercih edilirdi. Nitekim, yer yer baskılarla karşılaşsalar da sırtlarını Helsinki Senedi’ne dayayarak faaliyetlerini sürdürebildiler. Risksiz ve nesnel tutumlarını ise Batı’nın sosyalist blok üzerindeki zaferi belirginleştiğinde hemen üzerlerinden attılar. Gülümseyen yüzlerin sivri dişlerini göstermesi uzun sürmedi.

Sivil toplum örgütlerinin başat ve en önemli faaliyetleri ise kesinlikle “network” kurmak oldu. Batılı devletlerin sunduğu sayısız olanaklar sayesinde, Doğu Bloku’ndaki yazar ve akademisyenler arasında kolaylıkla ilişki ağları tesis ettiler. Bu ağ içinde, yeni bir toplumsal muhalefet ideologu yaygınlaştı. Ciddi bir siyasal risk üstlenmeye, toplumsal sorumluluk almaya, zor ve büyük ölçekli stratejiler, tasarımlar düşünmeye gerek kalmadan Batı gözünde prestijli, hatta “dünyaca ünlü” olma vaadi, pek çok vasat düşünürü cezbediyordu. Muhalif olmak için vicdan, insan hakları, demokrasi gibi üzerinde çok fazla düşünmeye, tartışmaya ve derinleşmeye gerek duyulmayan asgari nosyonları yinelemek yeterliydi.

Bu yeni ideologlar, söz konusu özellikleriyle yıkım dönemi fonksiyonerleriydi. Bugün çoğunun adı bile anımsanmaz. O dönemki türlü maddi, manevi kazançlarıyla birlikte, rejimin yıkımından sonra buhar oldular. İşleri yıkmaktı ve en yoksun oldukları şey, sorumluluktu. “Demokrasiye” sürükledikleri ülkeleri, Batı’nın elinde en adi mafya ve sömürü fabrikalarına döndüğünde, hiçbiri sorumluluk üstlenmedi.

Devlet Şiddeti ve Vasat İdeologlar Devri
Türkiye’de okur yazar herkes, bu kullanışlı sivil örgütlenme anlayışının Doğu Bloku’yla sınırlı kalmadığını biliyor. Avrupa Birliği’nin daha da kurumsallaşmasıyla birlikte, söz konusu sivil toplumcu şema, başka siyasal projelerde daha oturmuş biçimleriyle kullanıldı.

İktidarın faşizan, lümpen ve öngörüsüz politikacılara dayandığı her ülkede sivil toplumcular meşruiyet sağlamakta zorlanmadılar. Türkiye’de de böyle oldu. 1970 sonlarından itibaren Birikim dergisiyle birlikte sivil toplumculuğun toplumsal muhalefete aşılanmasına tanıklık ettik. Ama asıl olarak 1980’lerden itibaren de hem sivil toplumculuk teorik olarak meşrulaştırılmaya çalışıldı hem de yayınevleri, üniversiteler, basın aracılığıyla bir “network” oluşturuldu. ABD-İsrail çizgisi Türkiye’nin resmi kurumlarını parsellemişken, AB’ye nüfuz alanı olarak sivil toplum kalmıştı.

Bu ağ içinde türeyen yeni sivil toplumcu ideolog, devlet şiddetinin en yüksek olduğu 80’ler ve 90’larda “solda” görünmekte zorlanmadı. Aynı risksizlik, aynı iddiasızlık, aynı apolitik ve klişe dil, bunlardan beslenen aynı vasat ideolog tipinin solda “demokrat” etiketiyle hak etmediği ölçüde benimsendiği de inkar edilemez. “Sivil” toplumcu, “resmi” baskı aygıtıyla, orduyla, polisle, yargıyla karşı karşıya olan solu, ana düşmanının sermaye düzeni değil, asker ve bürokratlar olduğuna inandırmada oldukça başarı da sağladı.

Bununla birlikte, sivil toplumcu ile devlet baskısı bir madalyonun iki yüzüydü. Sivil toplumcunun yayılabilmesi için, yolun devlet şiddetiyle açılması gerekiyordu. O vasat teorilere, yüzeyselliğe karşı durabilecek bilinçli aydınların, devrimci ve sol kadroların öldürüldüğü bir şiddet şöleninde, uluslararası anlaşmalara sırtını dayamış ideologların önü daha da açılıyordu. Nitekim, sosyalist, hatta illegal solda liberal nüfuzun AKP iktidarından önce 19 Aralık operasyonları ertesine denk gelmesi rastlantı değildir.

İşte bu tipoloji, emperyal merkezlerde cumhuriyet kurumlarının yıkılması kararı alındığında, devletin en ağır saldırılarının yaşandığı dönemde göstermediği bir saldırganlıkla ortaya atıldı. Saldırganlıklarını, hükümete karşı muhalefeti bırakın, tereddüt duyan herkese, özellikle de sola yöneltmekten çekinmediler. Her türlü hükümet seferberliğine katılmakta, hükümete meşruiyet üretmekte, aydın muhalefetini baltalamada polis operasyonlarına eşlik etmekte bir sakınca görmediler.

Sivil Toplumcu Çıplak
Bugün, tıpkı Menderes gibi, aslında fazlasıyla tadını çıkardığı uluslararası desteğin artık çöktüğünü gören Tayyip Erdoğan hükümeti, sıkışmışlığını dizginlerinden boşalarak aşmaya çalışıyor. Hükümetin bu abartılı zafer sarhoşluğu içinde, bütün gözler, AKP’ye övgüler düzerken çırılçıplak ortada kalan “özgürlükçü demokratlara,” sivil toplumculara çevrildi. Topluma en demokrat hükümet olarak sundukları bir siyaset tayfasının, en despotik kadrolardan oluştuğu iyice fark edildi.

Öte yandan, uluslararası düzlemde ve Türkiye egemenleri arasında Erdoğan-karşıtı rüzgarı gören sivil toplumcu da son bir çabayla “yetmez ama evet” sicilini temizlemek için fırsat buldu. Zaten hedef tahtasındaki Tayyip Erdoğan’a saldırarak, bu arada örneğin Abdullah Gül’ü ve Ahmet Davutoğlu’nu pamuklar içinde koruyarak, sekiz yıllık AKP iktidarı döneminde oluşturdukları kirli sicili ve içine düştükleri rezil durumu telafi etmeye çalışıyorlar.

Bu özgün güncel durum sayesinde, Batı ve Doğu Avrupa’da kazançlarıyla kaçabilmiş olan sivil toplumcu ülkemizde yakalanmış durumda.

Devrimci ve sosyalist solun gücü çok tartışılır. Ama bu “demokrat” ideologa karşı mücadelesinde zafer aşamasında olduğu kesindir. Yumurtalarla, bu yeni resmi ideologların asla “solda” kabul edilmediklerini kamu kanaatine göstermiş, belki de ilk kez, sosyalist sol ile sivil toplumcu ideolog arasındaki çizgiyi bu kadar net biçimde, kitleler nezdinde çekebilmiştir.

Bununla birlikte, bunların “teşhir olmuşluklarıyla” yetinmemek, AKP iktidarıyla başarısız flörtlerinden sonra toplumsal muhalefet içine dönüşlerini engellemek, bir kez daha böyle bir tipolojinin çıkmasını önlemek için kararlı bir siyasal ve ideolojik mücadele gereği hâlâ var. Tıpkı Nazi ideologlarına yapıldığı gibi, gücünü sorumsuzluktan alan bu kadrolara karşı, bu kez ve belki de 1975 yılından beri ilk kez, yaptıklarının utancını alınlarına yazma fırsatı doğuyor.