Rüyamda Darbe Olmuştu

Hah, başlık değil, “ancak rüyanda görürsün”le sosyal, “herifin rüyasını bile darbe süslüyor”la bireysel çemkirme malzemesi mübarek, ama, n’aapim, rüya bu, denetleyemem a. Uyanıkken darbe görüp, gündüz niyetine, “rüyamda demokrasi gelmişti” diye uyduranlardan olup mu ataydım başlığı?

Oysa ne güzel, önceden anlaşmıştık arkadaşlarla, şu “muhafazakâr sanat” meselesini yazacaktım. Mehmet Eygi’nin çizip durduğu yaşam tarzının sanata ve kültüre ilişkin yönlerini, Mustafa İsen, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri gibi ezici bir unvanın da gerindirmesiyle şöyle bir çerçevelemiş, Pala İskender de her zamanki “durumdan emir telakki ederek vazife çıkarıcı”lığıyla, işi “manifesto” boyutuna taşımıştı hani. İşte ya manifesto görmemiş ya dayak yememiş bu kalemin, bizim zamanımızın eğitim sistemine göre beşinci sınıf kompozisyon ödevi olsa sınıf geçirtmeyecek yazısı olacaktı konu.

Her zamanki gibi, yazmak için, yazı teslimine birkaç dakika kalayı beklerken, bir yandan da televizyon kanalları arasında geziniyordum uzandığım yerde. Açıkçası, konunun çetrefilliği de kaygılandırıyordu biraz. Çetrefildi, çünkü adamların muhafazakâr sanat adına ortalığa saçtıkları zırvaları sarakaya almak kolaydı. Bunun nasıl bir siyasal sistemin yerleştirilmesinin, ideolojinin en açık belirginleştiği kültürle tahkimi anlamına geldiğinin analizi de kolaydı. Bu kolaylıklar, önemini azaltmıyordu tabii, asla, ama, bunları yapmak yetmiyordu ki. Durduramıyordu ki.

Lafın bir noktasında, “peki biz buna karşı nasıl bir hamle yapacağız”a gelip dayanacaktı iş. Haydi, diyelim bunu da defaatle yaptığımızdan kolaylamıştık, ama gelip düğümleneceğimiz, mahut tümsek şuydu: Onlar için bu kompozisyon ödevi bile harekete geçirici bir metine dönüşürken, biz ayrıntılarda flulaşacaktık. Yuvarlanan bir taşı durduran şey, sürtündüğü yüzey olabilirdi de, sürtünme kuvveti neydi?

Bizim gelişkinlik düzeyimiz, yönlendirmeleri, görevlendirmeleri, “manifest”leri kaldırmazdı. Temeli “yaratım özgürlüğü” olan ve sayısız çıktı barındıran bir mecrada, atı alıp Üsküdar’ı geçmişlerin “banallik”lerine kıvırdığımız burunlarımızla, kendi aramızda bir tartışmanın göbeğinde bulabilirdik kendimizi. Ne yaratım, ne üretim, ne sunum, ne piyasa, ne gündelik hayat, ne sarsılmaz savunularımız için en küçük bir nefes alanı kalmışken, giderek etrafımızdaki çember daralırken, biz özgürlük nidalarıyla köşelerimize büzüşmenin ne mene bir şey olduğuna kafa yoruyor bulabilirdik kendimizi. Boğuluyorduk, tamam da, kelebek mi çıkarırdı karaya, kurbağalama mı, bu daha önemliydi.

Anlamış olacağınız gibi, aynen yansıttığım bu satırlar, işte o uzanma anında içimin yavaş yavaş geçtiği, düşünsel sayıklamaya yuvarlandığım anların ürünüdür. Kaale almayınız. Dönüşsüz iç geçişine geldiğim andan son hatırladığım, her kanalda karşıma çıkan, 28 Şubat operasyonu değerlendirmelerinde bulunan muazzam demokrat zevatın çığlık çığlığa konuşmalarıydı. 28 Şubat’ı, burjuva cumhuriyetin ölüm iyiliği ânı olarak gördüğümü ve öyle değerlendirdiğimi biliyorlar gibi, parmaklarını bana uzatarak “darbeciii! darbeciii!” diye itham ettikleri, benim de cılız “n’ayır!”larla debelendiğim de kalmış hayal meyal...

Gözümü rüyamda açtım ki, darbe olmuş. İnsan zihni bir tuhaf. İlk olarak, 11 Eylül gecesi, “Resimli Osmanlı Tarihi”ni izleyen bir grup arkadaşımın ertesi güne darbeyle uyandıklarında yaşadıkları şaşkınlık ve “hâlâ oyunda mıyız lan” diye soruşları geliyor aklıma.

Neyse, rüyamda darbe karşıtıymışım. Sağa sola koşuşturup, en darbe karşıtı şahsiyetlere ulaşmaya çalışıyorum. Ama bilirsiniz hani, artık yediğiniz mi sebeptir, yatış pozisyonunuz mu, böyle acele etmeniz, mesela kaçmanız gereken durumlarda, çabalar çabalar, bir türlü yol alamazsınız ya, suyun içinde koşar gibi olursunuz, öyle bir vaziyetteyim, hayırlara vesile olsun. Hani allegorik desek, darbe sıkı bir “darbe” vurmuş, eli kolu bağlamış gibi.

İçim geçmeden yazmaya niyetlendiğim konu bilinçaltımda kalmış olsa gerek, önce bir şairin kapısına dayanıyorum. Rüya bu, o yokmuş olması gereken yerde ama, konuşabiliyoruz. “Yalnızım ben, başka kapıya git” diyor. Niye yalnız olasın, bak, toplanıyoruz darbeye karşı. “Neye yarar, kimse Attila İlhan’ı bilmiyor.” İyi ya, bilmesin zaten o komitacıyı, ulusalcıyı, darbeciyi. “O başka...” Yahu neredesin sen, palet sesi mi o gelen. “Metro. Memleketimdeyim. Londra...”

Hay lanet! Sen neredesin peki şairin abisi? Tomson sesi mi o gelen? “Metro. Memleketimdeyim. Londra...” Ulan ne saçma rüya bu, sülalece mi göçtünüz be. Darbe oldu darbee, imanımız gevriyor! “Tweet at, sesin gelmiyor.” Ses mi bıraktılar arkadaş, gelmiyor musunuz el atmaya? “Geliyoruz, Stalinizme karşı ne paneller yapacağız bilsen, ama daha erken...”

Sahne değişiyor, kurumuş bir ağacın dibindeyim. Yukarıdan bir kâğıt süzülüp geliyor kucağıma. Böyle camili, Türk bayraklı filan. Bölücülere karşı Allah yolunda cihada çağırıyor ordu. Bu ne demeye kalmadan, az ileride, geçkin ama güzel bir kadın daktiloda birşeyler yazıyor. Dağın başında bilgisayar olmuyor zahir diye düşünmek de saçma, rüyada bile mantık aramak bize özgü. Ona doğru seğirtiyorum, bir umut. “Yüce ordumuz”dan giriyor, “uçurumdan kurtardı ülkeyi”den çıkıyor, “şunu da ez, bunu da bitir” diye talimat yağdırıyor. Sesi, fraklı, beyaz eldivenli, apoleti yaka altında bir müezzinin okuduğu ezana karışıyor. Elimdeki cihad bildirisinin arka yüzüne bakıyorum, TC ile İslam Kültür Merkezi anlaşmasının yer aldığı Resmî Gazete'ymiş, kadına uzatıyorum, onu alıp yerine çıplak fotomodelli bir televizyon kuponu veriyor ve sürdürüyor: Asın, kapatın, sürün...

Sonra kadının sakalları çıkıyor. Kendisine karşı cihad çağrıları yapılanların sosyalist kanadından biri oluyor. Oturuyorum yanına. Kasaplar deresi, Diyarbakır zindanı, Turji, Durnikes, Geştek filan gibi şeyler mırıldanıyorum. Deliye bakar gibi bakıyor, “sırası mı bunların” diyor. Ne zaman gelir sırası? “Bak, yakında bir fatih gelecek, bütün o bölgeyi kılıçtan geçirecek” diye geleceği gören bilge edasıyla konuşuyor. Eee? “Halepçe’nin hesabını soracak, bölgede yeni dengeler belirecek.” Eee? “İşte o zaman gör sen bizde ezilen savunuculuğunu!” Yahu adamlar savaşıyor! Diz boyu zulüm... “Şşşttt... Bekle... Avrupa! Amerika!”

Koşuyorum, koşuyorum, bir arpa boyu yol alamadan, dedeleri dikiliyor karşıma. Hah! O tutar elimden şimdi. Ağzını açmıyor, ama gök sarsılıyor sesinden. “Yarın soyuttur, ufaklık, bugün somut... Günü yakala!” Ulu dedem, gün beni yakaladı, darbe oldu, n’aapıcaz? “Önce kişi zamirini değiştir, ufaklık, tekile geç.” O ara, birden Demirel zuhur ediyor. Rüya için bile saçma ama, beni bir kenara bırakıp, demokratlıklarını övüyorlar karşılıklı. Demokrat sağ, ceberrut sol filan... Hop, kocaman elli, upuzun bir molla da giriyor kollarına, böyle yankılana yankılana bir ses kalıyor artlarında... "Consensus... Tarihsel consensus...” Gözden kaybolurlarken, kısacık, tostoparlak biri de katılıyor onlara. Yankı sürüyor... "Sivil... Batıcıl... Liberal...”

Hay 24 Ocak'lar götürsün Rodos'a senin gibi dedeyi deyip bir adım atıyorum, uzuuun bir düşüş sonra bir çukura... Mahşer yeri gibi. Rüyamda öldüm galiba diye düşünürken, bunun bir eylem yeri olduğunu anlıyorum ve hepsi orada. Sevinçle zıplıyorum. Ben zıplayınca alkış kopuyor. Şenlikli toplum için şenlikli muhalefetin üyesi olmuşum. Darbeye karşı mı abi? “Evet!” Oh, şükür, demin gördüklerim rüyanın kötü rüya kısmıymış. Ama o alevler ne? İnsanlar yanıyor. Cehennemde miyiz? “Evet, Kemalist cehennemdeyiz.” Yananlar? “Halkın inancına saygısızlık edenler.” Yakanlar? “Sivil toplum, ufaklık...” Belki dumandan iyi göremiyorum ama, bunlar gerici gibi? “Senin kafan karışmış ufaklık...Bunlar darbe karşıtları.” Nasıl ya? Kafam karıştı hakikaten, bunlar sivil toplumsa, darbe sivil toplumcu muydu, bunları besledi büyüttü yaydı? “Evet, ama yetmez...” Yahu, iktidar oldular. “Evet, ama yetmez...” Şimdi biz darbeye, onlar zarar görüyor diye mi karşı olduk yani? Ya biz? “Kişi zamirini değiştir dedik...”

Ter içinde uyandım diye, klasik bitireyim. Rüya tabirine göre, bunlar geleceğe matuf değilmiş. Öyle demokrasi ve darbe karşıtlığı nutuklarını dinlerken, zihnim beni anılara taşımış. Her şey karışmış birbirine. Anılarda ve rüyada, ben darbe karşıtıymışım, onlar darbenin mültecisi, Kürt sorunundan bahsetmekten korkanı, bireyliğe soyunanları, gericilikten medet umanları, postal yalayıcılarıymış. Anı ve rüya işte, genellikle tersine delalettir. Olacak derken olanı görmüşüm.

Normal yaşama döndüm ki, ekranda hâlâ parmakları bana sallanıyor: Darbeciii! Darbeciii!

Meğer tekrar dalmışım. Vücudumun muhtelif yerlerinde yanıklar, tüten duman, suyun içinde koşar gibi yol kat edemeden çırpınıyorum. Gelecek zamanlardan birinde yine darbe olmuş. Kapıları geziyorum... Londra... Yüce Türk ordusu... İmparatorluklar kurmuş milletimiz... Helsinki... Şiir... Somut bugün... Stalinizm... Özeleştiri... İltica... Kapılardan dönüyorum.

Bu kez tamam, uyandım. Ne yalan bir rüyaydı! Ekrandaki... Kalkıp yazımı yazayım bari ama, bacaklarımda nasıl bir ağrı... İster misiniz, yarın öbür gün bir darbe olsun ve haydii, rüya başa sarsın... Ne olacağını, geleceği geçmişten bilsem de, merak işte...

Muhafazakâr manifesto mu? Yiğit kardeşimin eline sağlık: 'Muhafazakar Sanat' Meselesi Üzerine 5 Düşünce