Hayıflanırsa yaşlanacak bir kuşak

Bizi daha kapıda görür görmez, kovmaktan beter ederdi, sanmam ki yaşıyor olsun. Sağ elinin dışını sol elinin avucuna vurur birkaç kere, geçerdi dalgasını. “Aha, geldiler yine, az kuru, az pilav, bol ekmek, su katiyen yok!”

Bakmayın, severdi aslında en kötü müşterisi olan bizleri, bu birbuçuk metrelik Arnavut. Zülbahar. Yeldeğirmeni’nin en sık gittiğimiz lokantasının sahibi, aşçısı, garsonu.

Şap şap şap, aha geldiler. “Az kuru, az pilav, bol ekmek...” Ortalık çeşme dolu, kim şişe suyu alır ki?

Lokantanın dış cephesi yazılarımızla dolu, haftalık gazetemize mecburi abone, çaktırmadan mühimmat deposu, genellikle paramız çıkışmaz yaz deftere, o da böyle karşılar işte...

Zülbahar severdi bizi, bakmayın.

Son görüşüm, yine bir grup arkadaşla 12 Eylül’den epeyce sonra gidişimizdeydi. “Kawa” Vedat, daha dün ayrılmışız gibi, “açız Zülbahar ama paramız yok” repliğini tekrarlayınca, “geçti o günler geçtiii” demişti alçak sesle. “Veririm sizi askere bak!” Sonra göz ucuyla arkada bir masayı işaret etmişti. Tehdit miydi, uyarı mı anlamadan bakmıştık. İki gariban piyade, kepleri masada, fasulyeye yumulmuş kaşıkla. Gülüp oturmuştuk ve son darbeyi vurmuştuk: “Karnıyarık var mı karnıyarık?” Afallamıştı: “Bıraktınız mı lan o işleri?”

Bu soru, hem de kaygı dolu bu soru, bir tipolojiyi, bilince çıkmayan gözlemle kavrayış derinliğindeydi. Sezmişti Zülbahar, o el şaklatan şeyin, yalnızca parasızlıkla ilgili olmadığını.

Bazen barbunyayla, nadiren pırasayla filan zenginleşse de, gene de sınırlı o mönüden fazlasını yemek ayıptı bizde. En ucuzu, en yetinilebileni, bölgemizdeki halkın tenceresinde en sık kaynayanı seçerken, damak tadı, besin değeri, can çekmesi, ikinci plana düşerdi.

Geçmişin, arşivlerde çalışmakla öğrenilebileceği sanılır. Bir kronolojik dökümle, tarihsel dönemeçlerin analizini ıcığına cıcığına yapabilmeye elveren belgeleri değerlendirme yetisiyle, ne olup bittiğinin kavrandığı düşünülür. Çok da yanlış değildir hani, hatta içinde yaşarken belirgin olmayan etkenlerin açığa çıkışı anlamında sağlıklıdır da, bugünden geriye doğru bakış.

Ama bu, nesneleşmiş, soğuk bir tarihtir aynı zamanda. Yaşanan bir zaman diliminin somut atmosferinde yer alan kanlı canlı insanlar, bir genellemede şöyle bir değinilen sosyolojik olgulara dönüşür. Anılarda bile. Zülbahar’a bu soruyu sorduran şey, birkaç cümlelik açıklamadan ibarettir dokümanter çalışmada. Yaşayanlar için ise hiçbir zaman ayrılamayacakları kişilik oluşumunun parçasıdır. Bir deneyimin, bilmekten öte bir şey oluşudur, yapıtaşılığıdır.

Kimileri, özellikle 12 Eylül sonrası, bütün bu “gayri insani zorlamalar”dan öyle bir kurtuldular ki, “yaşam zevkleri”ni keşifleri öyle gelişti ki, hızla zıddına dönüştüler, arkalarına bakmadan, geçmişlerine öfkeyle gittiler.

Kimileri, bu “kısıt”ları, sokağı kuşatmış atmosferle bağını kopartarak, yalnızca bir zihniyetin dışlaşması olarak tanımladılar ve “insani duyarlılıklar” edebiyatını yükselterek gittiler.

Kalanlar, sürekli tırpanlanan bir solda deneyim aktarımının mümkün olamadığını, çok genç, neredeyse çocuk yaşta omuzlara binen sorumlulukların ve feodal kültür ağırlığının yarattığı bir sendromla karşı karşıya kalmışlıklarını anlayan ve “aşarken” de, davranış motiflerindeki “sığ”lıklarla birlikte sahiplenebilenler oldu.

Bu davranışları karikatürize etmeden, devrimci mücadeleyi bunlara indirgemeden, bir dünyayı değiştirme iradesi olarak, adanma ve özgürleşme bilinci yanıyla taşıdılar. Sevdiler o çocukça pozlara bürünmüş hallerini de, saygıyla andılar, dudak bükmeden, büktürmeden büyüdüler, olgunlaştılar.

Bir arşiv çalışmasında da görebilirsiniz, ama bir de yaşarken düşünün. Daha Che’nin acısı da etkisi de çok taze. Vietnam dünkü mesele. Mao yaşıyor/yeni ölmüş, Kültür Devrimi sönmemiş, Ho Amca unutulmamış. Pek beğenmesek de, “sosyalist blok” var. Asya, Afrika, Latin Amerika ayakta. 12 Mart’ın faşizmi de, Deniz’ler, Mahir’ler, İbo’lar da uzansan dokunulur henüz. Gecekondular çatışıyor, işçiler grevlerde, köylüler toprak işgalinde, üniversiteler marşlarla açılıyor. Faşist terör ve katliamlar gemi azıya almış, asker sokağımıza girmiş, parlamento felç. “Kurtarılmış bölge”ler var, “kırdan şehire gerilla”lar. Dünya çalkalanıyor, Türkiye sarsılıyor.

Ve bütün bunlar bir eda olup siniyor üstümüze, kayda değmez bir ayrıntıda, “az kuru, az pilav” gibi dokümanter niteliği olmayan bir şeyde bile.

“Geçmişi tararken” kesitler görürsünüz, aralarındaki bağlantılar, deneyimlenmemiş atmosferde zor kurulur. Lokantada bir masaya bakar ve dersiniz ki o zaman, “niye böyle aptalca şeyler yaparlarmış ki, ne ilkellermiş”.

Sezmişti bunu Zülbahar. Lokantasının mavi demir parmaklıklı kapısına dayanıp bakıyordu bize. Genceciğiz… Kimileyin, bilincimize karşı da edamızla savaşıyoruz.

Paramız ancak buna yetiyor zaten, ama sorun o değil, az kuru ver Zülbahar. Ne kadarcık yer ki şu Yeldeğirmeni, şu İstanbul, şu Türkiye. Önünden geçiyor parke taşlı anayol, karnıyarık yerken görülürsek, olmaz.

Akla sığmaz, tuhaf şeylerdir bütün bunlar elbet. Hele ki bir arşiv taramasında!

Bakmayın siz ama, Zülbahar severdi bizi. Devrimi yapamamış olsak da ve o zaten buna ihtimal vermemiş olsa da.

Bugün “aşmışlık” kibirine kapılmaksızın, bütün hamlıklarımıza, pozlarımıza, öykünmelerimize de saygıyla, onların bizi biz yaptığını bilerek ve şükran duyarak, başka bir yol bırakmayan koşulları ve ona yetecek düzeydeki birikimi unutmadan, yitirdiklerimize minnetle, bugünden geriye bakmayı arşivden okumuşluğun ya da pişmanlığın küçümseyiciliğine bırakmadan anmak istedim bir enstantaneyi.

Anmak istedim, Türkiye’nin herhangi bir köşesindeki “proleter devrimci” genç müdavimli salaş lokanta kadar küçücük bir an olarak. Çünkü, artık yaş ilerledi, yaprak dökümü başladı bizim kuşakta. Ve gidenlerin ardından, paylaşımlarda, sohbetlerde, gelip dayandığı siyasal yaklaşımlarda, giderek artan hayıflanma izleri görülür oldu. Başka bir kuşağın yaşamadığı, yaşayamayacağı bir tarih diliminden, bolca acı anımsanıyor şimdi. Bu acılara, “saçma sapan anlayışlarla yaşanamayan gençlik” söylemi eşlik ediyor. Artıyor…

Alın o zaman, bir lokanta mönüsünden daha saçma sapanı olur mu? “Bıraktınız mı lan o işleri!” dedirten mönü kadar çocukçası?

Belki de çoğu okuyana anlamsız gelecek bu yazıya, 24 Temmuz 1973’te, “yardım ve yataklık”tan yargılandığı THKP-C davasından cezaevindeyken, hastalığının tedavisine izin verilmeyerek öldürülen Hatice Alankuş’u anarken gelişen bir sohbete tanıklık sebep oldu.

Kendilerini yeterince anlatamamış, başkalarınca epey hoyrat anlatılmış bir kuşağın, zamanının azaldığı duygusuyla hırçınlaşması ne kadar insancaysa, o kadar da risklidir. Yaşadıklarının boşa gittiği, fedakârlıklarının bir sonuç elde edemediği duygusu ve ifadesi eşlik ediyorsa anımsamalara, bilinç bulanması devreye girmeye başlamıştır.

Bunun bir yönü, evet, cılızlaşsa da halen diri birşeylerdir, çıkılan yoldan ayrılmamışlık iddiasıdır. Ama bir yönü, ya vazgeçmeye meylediştir, ya vazgeçmişliği aklamadır, ya yaşamları pahasına kurmak istedikleri dünyadan uzak , düzen içi “başarmışlığa” fit oluştur, ya yakışıksız bir “hiç değilse”ye diz çöküştür.

Biliyoruz, Zülbahar’ın lokantası, sıkıyönetimden, sokakta vızıldayan kurşunlardan, dipçiklerden, darbelerden, işkencelerden, işsizliklerden, dağılmış ailelerden, yitirilmiş yoldaşlardan, yok edilmiş geleceklerden, darağaçlarından, zindanlardan bir parçadır. Biliyoruz, minicik, kayda değmez, saçma bir parçadır. Ama bütüne aittir. O bütün, bir kuşağı ayakta tutan, değerlerini bugüne taşıyan, caydırılamayan edadır, bilinçtir. Yalnızca acıların tanımlayamayacağı bir bütün.

Bütün karşıtların acımasızca hırçınlığı doğaldır da, bir kuşağın kendi adına hırçınlaşması risklidir. Neler çekildiğinin ifadesi, bugüne nasıl gelindiğinin bir ayrıntısı, göze sokulmayan bir parçasıysa anlamlı, ama bir hayıflanma vesilesiyse yaşlandırıcıdır. Belki, küçük yaşantılar, unutulmuş parçacıklar, bütünü yeniden görmeye, bir silkinmeye vesile olur böyle anlarda, genç tutar dimağı.

Zülbahar severdi bizi, severdi. Sümerbank botlarıyla, hep biryerlere yetişircesine hızlı ve kararlı adımlarla önünden geçişimizi… İzlerdi.

Ve o izlerken, “hiçbir şeye yaramadığı” sanılan mücadeledeki bir birey oluştur, bu hayıflanacak bilincin bile kaynağı, bilinsin istedim. Bize devreden kuşakları, bizden devralan kuşakları, yok edilemeyen sosyalizm mücadelesinin hiç durmayan akışı olarak görmek bile, “onca fedakârlığa bir arpa boyu yol” hayıflanmasının erken yaşlanma hastalığı olduğuna yeterli kanıt değil mi?

“Fedakârlık” apoletini kendine takanların yolu, “alacak talebi” durağına varır. Yorulanlar içindir. O güzergâha devrimciler çıkmaz, o durakta inmez.  Öyle ki, Zülbahar bile elini avucuna vurmaz orada…