'Muhafazakâr sanat' meselesi üzerine 5 düşünce

Son günlerde hız kazanan "muhafazakâr sanat" yaratma tartışmalarının arka planında ne var? soL Haber Müdürü Yiğit Günay, konuyla ilgili beş düşünce ortaya attı.

1. "Muhafazakâr sanat" meselesi, sağcı çevrelerde uzun zamandır tartışılan bir konu. Ancak son haftalarda hararetli tartışmaların başlamasının bir tetikleyicisi var. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen'in Suriçi Grubu için yaptığı konuşma. İsen konuşmasında şöyle dedi: "Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsedebiliyorsak, o zaman 'muhafazakâr estetik' ve 'muhafazakâr sanat' diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz."

Peki, İsen bunu niye bugün söyledi? Niye iki ay önce değil? Suriçi Grubu'nda yaptığı konuşmaya baktığımızda, bunun ipucunu yakalayabiliyoruz. İsen, yukarıdaki kritik cümlelerden 4-5 cümle önce şunları söylüyordu: "Geçen hafta İskender Pala, şehir tiyatrolarının bir oyunu ile ilgili eleştirel bir yazı yazdı. Devlet tiyatrolarında da durum farklı değildir."

Hatırlanacağı üzere İskender Pala, İsen'in "muhafazakâr sanat yaratmamız gerek" düşüncesini dile getirdiği bölüme başlarken andığı yazısında, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oynanan "Günlük Müstehcen Sırlar" oyunu için "seyirciye teşhircilik hakkında hayat dersi veriliyor", "devlet parasıyla bayağılık" gibi ifadeler kullanan bir yazı yazmıştı. Velhasıl, sağcıların "muhafazakâr sanat" tartışmasını tetikleyen, "sağcı sanat yapıtları üretimi" değil, var olan sanatın beğenilmeyen taraflarını sansürlenmesi isteği. Hedeflenen, siyaset ve ekonomi alanında kurulmakta olan hegemonyanın kültür-sanat alanında da kurulması. Ve bunun için ilk akıllarına gelen, sansür. Zira kendi cephelerinden üretim yok, üretilen sanat ise onlara uymuyor.

2. Yapacakları sansüre sansür değil, "toplumun tercihi" diyecekler. Mustafa İsen, Zaman'a verdiği röportajda Nuriye Akman'ın "Tiyatro oyunlarına) kimin karışmasını istiyorsunuz siz?" sorusuna şöyle yanıt veriyor: "Şu andaki sistemde devlet tiyatroları genel müdürünün görevlendirdiği dört-beş uzman repertuarı belirliyor. Peki o şehrin belediyesinin veya o şehrin bir takım sivil kuruluşlarının benim seyredeceğim oyunu belirlemede benim de hakkım olmalı gibi bir yaklaşımı niye olmasın?"

Aslında İsen'in bu dediği, şimdiden yaşanıyor. Malum, Nedim Saban'ın "Onca Yoksulluk Varken" oyunu, bu hafta Erzurum'da sansürlendi. Gerekçe müstehcenlik falan değil, dekorda "Kahrolsun faşizm" yazmasıydı. Ancak belediyenin elinde buna doğrudan müdahale edecek bir araç olmadığı için, oyuna salon vermeyerek çözüm buldular. İsen, buna bir mekanizma kurulmasını öneriyor.

AKP'nin fetiş halinde sürekli tekrarladığı "seçilmişlik" vurgusu, yukarıdaki örnekteki gibi, sanatın üzerindeki sansür kılıcının bahanesi olacak. "Halk bunu istiyor" retoriği ise, sanatın gelişkin ürünlerinin tırpanlanarak kültür alanının ortalama, hatta bayağıya teslim edilmesi, bu arada içeriğinin gericilikle doldurulması ve haliyle aydınlanma ülküsünün güme gitmesi ile sonuçlanacak. Hatırlayalım: Devlet radyosunda klasik ve caz müzik çalınmamasının gerekçesini TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, "nüfusun yüzde 96,2'si caz, yüzde 92,3'ü klasik müzik dinlemiyor" diye açıklıyordu. AKP, dizi sansüründe de halka "RTÜK'e şikayette bulunma" çağrısı yaparak, sansürün altyapısını oluşturacak bir "halk istemiyor" verisi yaratmaya çabalıyordu.

3. Ama aslında "toplum tercihi" yalnızca bir retorik. Denetimi gerçek anlamda sağlayacak olan şey ise piyasa. Sağcılar, tüm "muhafazakâr sanat" tartışmasını dönüp dolaşıp piyasacılığa bağlıyorlar. Zaten bu konunun gündeme gelmesini de, "muhafazakâr iş adamları güçlendi, sermaye birikti, zenginlik arttı, zenginlik artınca kültür de yükselir" mantığıyla açıklıyorlar. Ekrem Dumanlı, İskender Pala, Mustafa İsen… hepsinin yazılarında bu vurgu var. Kendi burjuvazimiz oluştu, şimdi sıra kendi sanatımızda. Bu görüşe daha önce soL'da, Beşir Ayvazoğlu'nun bir röportajı üzerinden işaret etmiştik.

Ama mesele sadece "parasını muhafazakâr sanata harcayacak muhafazakâr burjuvalar" meselesi değil. Sağcılar, tekil kişilerden değil, piyasadan medet umuyor. Zaten bu yüzden "piyasacılık" deniyor. Mustafa İsen ve diğerleri, ısrarla "devletin tiyatrosu olmaz" diyorlar, "özelleştirilsin". Ve bu piyasaya teslim etme retoriği, bir üstteki maddede açıkladığımız retorikle iç içe geçiyor. Nuriye Akman'ın "Siz devlet tiyatroları ve şehir tiyatroları özelleştirilsin mi diyorsunuz?" sorusuna Mustafa İsen şöyle yanıt veriyor: "Tam özelleştirilsin değil. Ama toplumun anlayabileceği bir biçimde ona yakın bir çerçeveye taşınsın."

Muhtemelen birkaç gün içinde içeriğini öğreneceğiz, bugünlerde tiyatroların yapısına dair yeni bir düzenleme Meclis'e gelecek. Muhtemelen, tiyatroları, içerisinde devlet görevlilerinin yanı sıra işadamları, birtakım "sivil toplum" kuruluşları ve atamayla gelen sanatçıların olduğu bir kurula bağlayacaklar.

Ama mutlaka işin içinde devlet olacak. "Devletin tiyatrosu mu olur" diye yırtınsalar da, ellerinde tuttukları devletin kontrol mekanizmasına ihtiyaç duyacaklar. Çünkü, onsuz hegemonyayı sağlayacak bir kültür-sanat üretimi yok sağın, biliyorlar. Nasıl ki neo-liberaller "devlet ekonomiden çekilsin, işleri piyasaya bıraksın" derler, ama her başları sıkıştıklarında devletin müdahale edip emekçilerin sırtındaki yükü artırmasını ve halkın parasının toplandığı hazinedeki varlığın zenginlere aktarılmasını isterler, muhafazakârlar da sanat alanından çekilmesini istedikleri devleti, kontrolleri dışına çıkan her duruma müdahale etmek üzere çağıracaklar.

4. Tüm bu süreçte en büyük sıkıntıları ise sol. Kültür sanat alanına baktıklarında, "solun ördüğü etten bir duvar" (Ekrem Dumanlı) görüyorlar. Ama sanıyorlar ki, sol, kültür-sanat alanındaki üretimini devlet himayesinde ve burjuvazinin desteğiyle sağladı. Halkçı, emekten yana bir kültür-sanat mücadelesini tahayyül edemiyorlar, kavrayamıyorlar.

5. Muhafazakâr söylem, kültür-sanat alanında da sıklıkla "geleneğe" işaret ediyor, edecek. İskender Pala'nın "manifesto" diye yazdığı, ama 20'nci yüzyıla ait hiçbir sanat manifestosunu okuyup okumadığını sorgulatan ve pek manifestoluk bir durumu olmayan yazıda bu tutum, batıcılıkla makul bir şekilde harmanlanmaya çalışılıyor.

Fakat kültür-sanat, insanlığın bir bütün olarak tarihi birikiminin ifadesi. Sağcılığın bu alana yaklaşımı, sağcılığın özünden dolayı sakat olacak. Osmanlı mimarisi adına sahiplenilecek Mimar Sinan'ın İtalyan Rönesansı'yla etkileşimi nasıl açıklanacak? Peki ya Bizans'taki kökleri? "Bu topraklar" ise mevzu, antik Yunan heykelleri üstleri örtülmek dışında ne işe yarayacak?

Ama dahası da var. Bu coğrafyanın kültür-sanat alanındaki tarihi birikimi, AKP zihniyetinden fersah fersah ötede. Bu yüzden geleneğe baktıkları her yerde, geçmişin orasını burasını kesmek, kırpmak zorunda kalacaklar. Fazıl Say'ın "ateistim" deyip Ömer Hayyam dizesi paylaştığında hakkında soruşturma başlatıldığı bir iktidar, Hayyam'a nasıl yaklaşacak?

Bu dar alana sıkışmayı, resim alanından açıklayalım. Nuriye Akman "Sizin ölçülerinize göre resmin ve heykelin muhafazakarı nasıl olur?" diye soruyor, Mustafa İsen "Çok basit. Geçen hafta Erol Akyavaş'ın tablosu çok büyük bir rakama gitti. Neydi resim? Hattın biraz modernize edilmiş şekliydi" diye yanıtlıyor.

Bir defa, piyasacılık yine ortada. Resmin değeri, "çok büyük rakama gitmesiyle" ölçülüyor. İkincisi, resmin kültürle ilişkisini anlamadaki dar kafalılık. Akyavaş'ın tablosu, üzerinde Enel Hak yazılı bir kompozisyon. İsen, "Üzerinde enel hak yazısı olan bir resim. Tabii bütün sanatçılar bunu yapacak demiyorum. Ama bunu da yapanların olması gerektiğini ve bizim kültürümüzle bir ilişki noktasından daha uygun olacağı mesajını vermek istiyorum" diyor. Bizim kültürümüzle ilişki dediği, belli ki, Enel Hak yazısı. Akıllarına bu geliyor.

Bu darkafalılığın, Türkiye'nin kültürel birikimini özümsemesi mümkün değil. Yine resim alanından gidelim, bizim resmimizin babası sayılabilecek Osman Hamdi Bey'den örnek verelim. Osman Hamdi'nin biçim alanındaki büyük atılımını anlatmak için bugünlerde hep "Kaplumbağa Terbiyecisi" resmi anılıyor. Galiba birçok kişinin Osman Hamdi'den tanıdığı tek resim de bu.

Peki, misal, "Mihrap" ne olacak? Muhafazakâr kültür adamları, 1901 yılına ait bu resmi nasıl yorumlayacak?

Sanat tarihi alanında çok tartışılmış olan bu resmin uzun bir açıklamasına girişmeyelim. Rahlenin üzerinde olması gereken Kuran ve diğer kitaplar yere saçılmış, onların yerine bir kadın rahleye oturtulmuş. Ana mesaj, çok açık olarak, kendine güven duyan kadının toplum hayatında öne çıkışı. Üzerinden bir asırdan fazla geçmiş bu resmin radikal mesajını kaldırabileceklerini bir yana bırakın, AKP'cilerin "Mihrap"ı göğüs dekoltesinden dolayı sansürlemeyecekleri bile söylenemez.

Geleneğin dahi gerisindeler. Bu gericiliği, piyasa eliyle hâkim kılmaya çalışacaklar. Ama, üretemedikleri için, hegemonyayı tesis etmekte zorlanacaklar. Bu defa, her fırsatta, bütün bu tartışmayı tetikleyen meseleye geri dönecekler: Sansür çığlıkları atacaklar.

Yiğit Günay