Berktay’dan Gidenler ve Kalanlar...

Çoğu yazısını “devam edeceğim” ibaresiyle bitirdiği, dur bakalım sonuna bir gelsin de toptan değerlendiririz diyen deneyimsiz okuru beyhude bir bekleyişe ittiği bilinir Halil Berktay’ın. Gelmez o son, hep devamı vardır. En fazlasından mola verir, sonra bakarsınız yine maddelemelere başlayarak tekrar konuya dönmüş. Bu yüzden, aynı görüşleri yeni “vii, g), bkz., √, [(”lerle sürdürmesine takılmadan, “Marksizmden neler gitti, neler kaldı”sıyla yetinmekte sakınca yok.

Yıllardır, iki temel takıntısı var. Daha doğrusu tek de, dallandırıp budaklandırma tutkusu nedeniyle iki gibi görünüyor. Çaru Mazumdar, Lin Biao, Mao kokteyliyle aslında bir “sapma”yı temsilen içinde yer aldığı siyasal yapıda geçen yıllarına, ne olursa olsun sonuçta “örgütlü aydın” olduğu döneme hayıflanma ve niyeyse giderek dozu artan öfke bunun üzerinden de, bu “aldatılmışlıkla heba edilmiş hayat”tan intikam duygusuyla, bunun müsebbibi olarak gördüğü Marksizmi külliyen bünyesinden temizleme uğraşı. Bakın, hiç öyle iktidara eklemlenme, liberal rezilliğin önde geleni olma türünden, an itibariyle içinde bulunduğu konuma ilişkin bir şey söylemiyorum. Orayı umursamıyorum, kat ettiği yol daha ilgi çekici.

Bu halin, başka bir nice tipte de görülen bu sendromun, sosyal ya da bireysel çözümlemesi çok mümkün tabii de, bir faydası yok. Beni daha çok, ağzını her açışında, iyi bir tarihçi, bir bilimci olduğunu söyleyen bir “entellektüel”i uydurmalardan medet umduran çöküş kısmı ilgilendiriyor.

Herkesin vazgeçme, karşı safa iltihak etme, geçmişine lanet okuma, vaktiyle savunduklarını hata olarak görme, dönme vesaire hakkı vardır. Vay niye böyle ettin diye kimseye yazıklanacak halimiz yok. Hatta, daha ilerisini söyleyeyim, bunu efendice yapmayı başaranların, kişiliklerini koruyabildikleri, kaliteli bir karşıt profili çizebildikleri durumlar da mümkündür.

Halil Berktay, ne yazık ki, bu uğraşında bunu başaramadı, özgül ağırlığını tamamen yitirmeye, sefilleşmeye, dolayısıyla rakip değil altküme elemanı olmaya hızla düştü. Bunun “bilimci” açısından doruğu, bildiklerini bilmezden gelmektir. Göğüs göğüse çarpışmaya güç yetiremeyip, arkadan vurmaya çalışmaktır. Kendisine bir değer atfedebilmenin, ancak karşıtını çok değersiz göstermekle sağlanabileceğini düşünmektir. Bilinmezliğe güvenmektir. Gölge boksuna girişmektir.

Taraf’taki köşesinde 5 Ocak günü kaleme aldığı “Neler Gitti, Neler Kaldı” yazısında, bütün bunların örneklerini veriyor Berktay. Bilinmeyen, söylenmemiş bir şey yoktur makalede, Marksizmle hesaplaşma iddialı çok sefilin çiğnediği sakız yeni bir ağıza geçmiştir o kadar. Ama istediği kadar düşman olsun, nesnel tarihçilikten bunca dem vuran bir şahısta bulunacağı varsayılan kaliteden bu denli yoksunluk, kendisine has bir hale getiriyor.

Önce, ne kalmış Marksizmden, bugün “renkli, canlı, heyecan verici bir çehreye bürünen” tarihçiliğe, onu görüyoruz. “Materyalist realizmin ana fikrini ekonominin, üretim tarzının, sınıfsal ilişkilerin önemini ideoloji katmanını çözmeyi devletin ve özel mülkiyetin ezelden beri mevcut olmayıp ancak bir noktada ortaya çıktığını köleler olmasa Romalı senatörlerin, serfler olmasa feodal aristokrasinin yaşayamayacağını...” herkes öğrenmiş! Marksizmin birtakım kilit önerme ve duyarlılıklarından “görece” kalıcı ve doğru olanlar bunlarmış.

Sağ olasıca, Marksizme “hakkını teslim etme” safhasında bile düşmana ihtiyaç duyurmuyor. Peki Berktay habersiz mi, bunların ekonomistlerce, sosyologlarca, Marx öncesi dönemde de bilindiğinden, dile getirildiğinden, bizzat Marx’ın zaten bunu söylediğinden? Hatta daha yenilerde, Murat Belge’yle nazenin teatisinde sınıflardan, sınıf karşıtlığından proletarya diktatörlüğüne vararak halt ettiğini belirten kendisi değil miydi? Marksizme öfkesi, bu bilinenleri bir yasalılık içinde ortaya koyarak kapitalizmin reddiyesine dönüştürmesi ve sınıf mücadelesini, sınıfları ortadan kaldırma hedefli bir politik hareketin çıkış noktası yapmasından değil mi? Biliyor bunları tabii. Bildiğinden, kendisine bir kelimelik kaçış yolu da bırakıyor ve bu saydıklarını, “sadece veya öncelikle Marksizmin taşıdığı”nı söylüyor. “Sadece” ve “öncelikle” kelimelerini, aralarında “veya” kullanılamayacak kadar büyük bir fark olduğu halde seçmesi, asgari Marksizm bilgisi olup da “sadece” kısmını yutmayanlara, “öncelikle”yi verebilmek içindir. Ne de olsa, “gidenler” kısmında öyle sallayacak ki, “kalanlar”a zararsız birkaç öğe sıkıştırıp, nesnellik görüntüsü yaratmak zorunda.

Belge kardeşiyle birlikte, Marksizme, kapitalizmin kendisini düzeltmesine, vahşilikten biraz sıyrılmasına yol açan eleştirmenlik değeri biçmeleri gibi. Marksizmden kendisini Marksizm yapan başat öğe, devrim ve proletarya diktatörlüğü fikriyatı dışında her şey kalmış... Teveccühleri! Ama bu, “hiçbir şey kalmadı”demenin süslenmişidir hepi topu.

“Sovyet veya Çin Marksizmlerinde” yanlışlanan ve kendilerini Marksist sayanların da terk ettiği önermelere, yani “gidenlere” bakalım asıl.

Aşırı materyalizm gitmiş! “Kaba”sını biliyorduk da, materyalizmin “aşırı”sı ne ayak demeyin, aynı anlama gelmek üzere açıklayacak: “Her yer ve durumda, her fikrin illâ önce maddî temeli gelişir ideolojik ‘yansıma’sı daha sonra ortaya çıkar” diye bir ısrar kalmamış. Buradaki “illâ”, “her yer ve durumda” vurgusuna dikkat... İşte sefilleşme bu. Devamını da okuyunca daha açık hale gelecek: “Buna, ‘ideolojinin görece özerkliği’nin çok daha fazla hakkının verilmesi eşlik etti.” Burada da “çok daha fazla”ya bir mim koyun.

Her türdeşi gibi bu alandaki “gelişme”yi, “çok katı bir ekonomik determinizmi” aşmayı öncelikle Althusser’e dayandırsa ve gene de kurtulunamayan “son tahlilde” tutuculuğunun da konstrüktivizmle, oryantalizmle, “geleneğin icadı”yla filan yıkıldığından söz etse de, Marx’ı da, Engels’i de, Lenin’i de okuduğunu bildiğiniz bir adamın, yukarıda mim koyduğumuz “çok daha fazla”ya neden ihtiyaç duyduğunu anlıyorsunuz. Birileri kalkar, bilincin görece özerkliğinden, ekonominin her şeyi belirlediğinin kaba bir yorum olduğundan, üretim ilişkileri içindeki insan davranışlarının analizinin ekonomik bir sınıflandırmadan ibaret olmadığından, praksis felsefesinden, temel metinlerde bile bahsedildiğini söyler diyedir, o “çok daha fazla” aralık kapısı. Söylenmemişti demiyor ki, daha fazla söylenir oldu diyor! “Her yer ve durumda” ile “illâ” vurguları ise, bilimci namusundan nasiplenmemişliğin göstergesi olarak, bilmeyenlere “yuh” dedirtmek için sokuşturulmuş. Gölge boksu böyle bir şeydir. Tam da bu ifadelerle, ne her yer ve durumda ne de illâ yaklaşımını, bilincin ve nesnelliğin çok fazla bileşene maruz kalması nedeniyle savunan, tezlerinin böyle yorumlanamayacağını açıkça belirten, üstyapının altyapı karşısında birebir tekabüliyeti olmayacağını, temel olanın mutlaka tek belirleyici olacağını iddia ettiklerinin bir yakıştırmadan ibaretliğini, sadece bir genel yasalılık çıkardıklarını söyleyen insanlara, bu yakıştırmaları yaptırır. Yaptırır ki, kendine elense çekip, Marksizmi yıksın...

Marksizmde, kurucularının ne dediklerine hiç bakmaksızın katı bir determinizmi, bir teleolojiyi arayan ve enteresandır “bulan” ilk “düşünür” değil tabii Berktay, en azından Popper ünlüdür, ama çok düşkünleşmişleri saymazsak, hiçbiri, Berktay gibi ideoloji ile bilinç arasında kafa karışıklığı yaşamamıştı. Hele hele bilinç ile de düşünme refleksini eşitlememişti. Üstyapıyı zihinsel faaliyete indirgeyerek algılayıp, kavramın canına böylesine okumamıştı. Bu genel cehaletin, bir de Marksizme atfedilerek iyice saçmaya dönüşmesi var ki, demeyin gitsin.

Ne yapalım şimdi, ayıp olmaz mı yeni başlayanlar için Marksist felsefe kitaplarını okumasını önermek koskoca teorisyene? Bunları bilir Berktay, bilir, bir söz vardır ya, “bilmezlikten değil beyim, fukaralıktan” diye, durumu budur. Fukaralaşmıştır, “yük” atmaya çalıştıkça, hiç değilse bilimci namusunu kaybetmiştir. Bile bile. Kasten. Aralara kaçış kelimeleri yerleştirmesi, bunu katmerler.

Düşüncenin illâ bir maddi öncüle ihtiyaç duymadığının kanıtlarını da sıralamış: Ülkeden ülkeye kültürlenme, taklit ve ithal başarılı model uyarlamalarının (o “resepsiyon” demiş, yaygın kullanımdaki anlamını sıradanlara terk ederek) koşulların hazırlığını geçersiz kılması tahayyül, tasavvur veya icat etmenin hesaba katılır olması...

Yani, dediğimiz gibi, geçin bir kalem hiç değilse “Komünist Parti Manifestosu”nu okusa bunları göreceğini önermenin ayıp olmasını, maddi koşulların oluşmasından ne anladığını da sormayalım mı bu noktada? O kültürlenme, ya da çiçek tozlarının uçuşup üremesi gibi yayılan, taklit ve ithal edilen şey, maddi koşul arasında sayılmıyor mu? Ya da, tek tipleşmenin uzağında kalan kültür ve toplumlar döllenmeye mi uygun değildir gırgırını geçmeyelim mi? Birinin “tasavvurunu” etkileyen, diğerinin maddileşmişi değil mi? Kendi geliştirdiği argümana bu kadar inanıp da, hâkim sistem ile coğrafi sınırlar ve toplumsal şekillenmeler arasında çitler olmadığını kendi kendine göstermeye çalışmak, nasıl bir şeydir diye merak etmeyelim mi? Hayır. Kuralı anımsayalım: Tak çelmeyi kendine, Marksizm yıkılsın...

Asıl güzel kısım bundan sonra başlıyor Berktay’ın makalesinde. Ne var ki, fazlaca uzadı ve burada kesmek gerekiyor. Haftaya, kalanını ve bütün bu “hesaplaşma”nın altında yatanı ele almak üzere, onun gibi söyleyeyim: Devam edeceğim...

* * *

Bu yazıya başladığımda, üzgündüm. Çok üzgündüm. Takdir edersiniz ki, “gösteri sürmeli”yse de, performansa yansımasını önlemek mümkün değil, belki de yazıda fark ediliyordur. Ama, çok üzgündüm. Şu an hatırladığım, iki kez birlikte ölmemize ramak kalmışken, birinde o, daha ilkokul çocuğuyken, hayatı boyunca taşıyacağı bir arazla çıkmıştı arabanın altından birinde ben, delikanlı olmuşken, onun bol kazağını delik deşik edip tenine değmeyen kurşunların “bir kısmı” vücudumda, hayatım boyunca taşıyacağım bir arazla çıkmıştım 27 kovanlı küçücük odadan. İşte, birlikte büyüdüğümüz mahallemizi terk etmeyen, babadan kalma camcılık mesleğini sürdürerek, didinerek hayata tutunmaya çalışan o dostumu, kazayı, belayı, arazı bile bölüştüğüm Cemal’imi kaybetmiştim bir kan hastalığı illetinden, epeydir eridiği hastanede. Onu anlatmanın yeri değildi...

Berktay yazısı çok uzadı, neresinden kessem diye düşünürken de, Lefter’in ölüm haberi geldi. Cemal Süreya’nın, “yalnızlığın büyük serüveninden dönen, ama evde kimseyi bulamayan Ulysseus”u, “jimnastikçi değil, sanatçı”sı, “destan değil, roman”ı, “virtüöz”ü Lefter, İstanbul surlarının burçlarından geçirdiği topu, ölümün belini kıracak bir çalımda kullanamadı bu kez. Evet, bu kez, Lefter kara bir deftere adını yazdı içimizi acıtarak. Uzun yıllar efsanemdi, sonra komşumdu, temas ettiğim, konuştuğum, ete kemiğe bürünen, ama yine efsanem olmayı sürdürendi. Onu anlatmaya zaman kalmamıştı...

Ayrılmaz parçam iki anıyı, başım eğik, selamlıyorum...