Suçu kazıyın altından düzen çıkar

Her ne kadar hak ve özgürlük mücadeleleri kitlesellik taşısa da sonuçta, “insan hak ve özgürlüğü” yolculuğunda liberal hukukun ulaştığı çizgi “birey” merkezlidir. Bireyin hak ve özgürlüğü, liberal hukukun ikizi olan burjuva hukuku tarafından da hararetle sahip çıkılan konu olmuştur.

Kendi haklarını direnerek kazanan burjuva, egemenlik koltuğuna oturunca, toplumsal direnme hakkını bireyselleştirerek “sivil itaatsizliğe” çevirmeyi de başarmıştır.

Bireyin hakkı ve özgürlüğü, uluslararası sözleşmelerde ve anayasalarda edebi sözcüklerle anlatılırken, bireye tanınan hak arama özgürlüğü de, “yargı” kurumunu, devlet içinde ayrı bir kutsallığa yerleştirmek için önemli bir koz haline getirilmiştir.

Bireyi “korumak” ve ceza ile “yıldırmak” da hukukun temel konularından biridir. Birincisi soyut, ikincisi somut olan hazır formül…  Hukukun dili ile müthiş koruma sözcükleri soyut, yargının kararı ile ceza somut.

Bu hazır formül, eğer “kurulu düzen” bireyi koruyamıyorsa da işe yarar. Yaşarken, hukukun soyut sözcükleriyle korunamayan Özgecan’lar, yaşamdan koparıldıktan sonra faillere verilecek ceza üzerinden unutturulmaya çalışılır.

Devlet, yasaları çıkarırken var, cezaları verirken var ama o haklarını sıraladığı birey vahşice katledilirken yoktur. Suçu önlemek için her bireyin başına bir polis dikecek değiller ya… Savunma bu kadar basittir.

Faruk Erem Hocanın “suçluyu kazıyın altından insan çıkar” sözlerinden yürürsek, suçu kazırsak altından ne çıkar?

Suçlu, merkeze yerleştirildiğinde çözüm kolay; cezayı da merkez yaparsınız. Peki, suçu merkez yapınca çözüm nerede?

Suçu kazıyınca altından “düzen” çıkar; eşitsiz, adaletsiz toplumun gerici batağı çıkar; yozlaşma çıkar; nihayet vahşi sömürü çıkar. Hırsızlar için de katiller için de yol aynı kapıya çıkar.

Birey merkezli düzende, toplum nerede, halk nerede?

Birey düşünür, toplum düşünemez; ortaklaşa düşünmek yasaktır.

Birey konuşur, toplum konuşamaz; ortaklaşa konuşmak yasaktır.

Birey yürür; toplum yürüyemez; birlikte yürümek yasaktır.

Cinayetleri bireyler işler; inşaat ya da maden ocağı fark etmez.

Kadına tecavüz bireyseldir; kadınların ikinci konuma itilmesi, baskı ve vesayet altında tutulması fark etmez.

Hırsızlığı, yolsuzluğu bireyler yapar; kapitalizmin düzeni fark etmez.

Yobaz da bireydir; gericiliğin toplumun yaşam tarzı haline getirilmesi fark etmez.

Uluslararası sömürüyü ve işgali ya büyük devletlerin liderleri ya da büyük şirketlerin patronları yapar; emperyalist düzen fark etmez.      

İnsanlık da bireye aittir, camına kartopu gelen esnafın cinayet işlemesi de…

Cinnet de bireye aittir, borçlar yüzünden intihar da…

Yaşam bireyseldir, toplumsal demek isyana girer; düzen kutsaldır suçlanamaz.

Türkiye’nin son haftası, “hukuk aracılığıyla topluma müdahale” tartışmasıyla geçti. Birey ceza üzerinden, toplum da kitlesel eylemler üzerinden tartışıldı. Birey cezayla, toplum da polis/asker gücü ile hizaya getirilecek.    

Suç ve cezadan, şiddetten söz edilince Dostoyevski’yi anmamak olmaz. 1880’lerin Rusya’sında, insan dehasının yarattığı en yüce yapıtlardan biri olarak tanımlanan ve bugünlere kadar yaşayan “Suç ve Ceza” şu paragrafla biter:

“Ama burada yeni bir öykü başlıyor: bir insanın yavaş yavaş yenilenmesinin, yeni bir hayat bulmasının, bir dünyadan başka bir dünyaya geçmesinin, hiç bilmediği yepyeni bir gerçekle tanışmasının öyküsü… Ve bu öykü yeni bir kitabın konusu olabilir. Bizim şimdiki öykümüzse burada bitiyor.”

Ve o başka dünya, o yepyeni gerçek, o yeni kitabın konusu 1917’de ortaya çıkar.

2010’lu yılların Türkiye’si, bir yandan bireysel suç ve cezayı tartışırken, diğer yandan topluma şiddet uygulamak, tüm ülkeyi sıkıyönetim düzenine geçirmek için yasa çıkarma peşinde.

Bu öykü bitecek; başka bir dünyaya geçmenin, yepyeni bir gerçekle tanışmanın öyküsü başlayacak.