Akkuyu nükleer güç santraline hukuksal bir bakış

Başbakan Erdoğan’ın, “projenin gecikmeye mahal vermeden zamanında tamamlanabilmesi için "her türlü iş ve işlemlerin “ivedilikle sonuçlandırılması” talimatı vermesinden sonra, Akkuyu Nükleer Güç Santralinin yapılması planlanan bölgeye 15 km. uzakta, Mayıs ayı başında meydana gelen depremle, nükleer güç santrali (NGS) konusuna yeniden ve yeniden dikkat çekilmesi gereği doğdu. Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi’nin 4 Mayıs 2012 günlü sayısının “Politik Bilim” başlıklı köşesinde, Sevgili Aykut Göker’in “Yaşamın Çarklarını Çevirenler” başlıklı yazısı da onlarca başlık açmaya değerdi.

Göker, “enerji üreteceğim diye, bulduğu derenin önüne set çekebilenlerin ve buna izin veren kamu otoritelerinin bildiklerini okudukları bir ülkede, hele de o ülke, köprülerin ayaklarını teknik denetimden geçirmekten acizken, nükleer santraller kurmanın peşinden koşuluyorsa, bundan hiç endişe duymaz mısınız?” diye önemli bir uyarı yapıyor. Buna bağlı ve daha önemli uyarısı ise, teknolojide “iyilik ya da kötülük” üzerine…
Akkuyu NGS’nin, her yönüyle hikayesi uzundur. Bu hikayeye girmeyeceğiz son döneme hukuksal yönden bakacağız.

Santralin yapımı yargıdan döndükten sonra, 12 Mayıs 2010 tarihinde Ankara’da “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Akkuyu Sahası’nda Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşma” imzalanmış ve bu Anlaşmanın onaylanması, 15.7.2010 günlü ve 6007 sayılı Yasa’yla uygun bulunmuştur.

Uygun bulma Yasası, Anayasa’ya aykırılık savıyla Anayasa Mahkemesi önünde anayasal denetimi beklerken, bir yandan ivedilik talimatıyla, kuruluş çalışmaları yürütülmekte, diğer yandan NGS’nin gerçek yüzü anlatılmaya çalışılarak geniş katılımlı karşı eylemler sürdürülmektedir. Akkuyu NGS’nin kuruluş işlemi ile birlikte kurulacak tesisin işletilmesini de kapsayan Uluslararası Anlaşma, Anayasa’nın 90. maddesi gereği anayasal denetime bağlı olmamakla birlikte, uygun bulma Yasası’nın denetimi için bir engel bulunmamaktadır. Anayasa, bu tür yasaların kabulünde TBMM’ye Anayasa dışına çıkma gibi bir istisnai yetki tanımadığından, yasama organının 90. maddeye göre uygun bulma yasasını kabul ederken Anayasa hükümlerine aykırı davranıp davranmadığı bu denetimin konusunu oluşturmaktadır. Anlaşmanın içeriğine bakmadan da yasama organının anayasal sınırlar içinde kalıp kalmadığının saptanması olanaklı değildir.

6007 sayılı Yasa’yla uygun bulunan Anlaşma, temel ve diyalektik incelemeye girmeden, mevcut burjuva/liberal hukuk devleti ilkeleri yönünden bile incelendiğinde ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Temel sorunlardan biri, ihale, yarışma ve rekabet kurallarına uyulmaması, tek ülke ve kurulmamış bir şirketin yapım ve işletme işini ihalesiz üstlenmesidir. Elektrik enerjisi üretimi gerçekleştirecek nükleer güç santrallerinin kurulması, işletilmesi ve enerji satışına ilişkin usul ve esaslar 9.11.2007 tarihinde kabul edilen 5710 sayılı “Nükleer Güç Santrallarının Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun”da düzenlendiği halde, siyasal iktidar kendi çıkardığı Yasa’yı yok saymış ve ihalesiz yöntemi benimsemiştir. Ortada imzalanmış bir ikili anlaşma olması, nükleer enerji gibi, çok disiplinli işin uygun bulma yasasını kabul eden yasama organının, kamu yararı ve hukuk devleti ilkelerini yok saymasını gerektirmez.

Yasama organı, nasıl herhangi bir alanı Anayasa’ya uygun olmak koşuluyla düzenleyebilirse, uygun bulma yasasını da aynı şekilde, Anayasa’ya uygun olmak koşuluyla, aynen ya da çekinceleriyle kabul edebilir. Bu bütünlük, aynı zamanda, insan haklarıyla birlikte, kıyıdan toprağa, çevreden ormana, mülkiyetten tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına kadar ülke genelindeki bütünlüğü, ekonomik ve siyasal bağımsızlığı tanımlar ve Devletin güvencesi ve koruması altındadır.

Bir ülkede, yabancılara arazi tahsisi salt bir mülkiyet sorunu gibi değerlendirilemez. Toprak, su ve kıyılar, toplumun ortak ve vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, ulusal egemenlik ve bağımsızlığının simgesidir. Bu nedenle yabancılara arazi tahsisinin yasalarla güvence altına alınması gerekir ki, uluslararası anlaşmaları uygun bulma yasaları da bu kapsamdadır.

Anlaşmanın, “Arazi Tahsisi ve Erişim” başlıklı 7. maddesinde, hiçbir çerçeve ve sınırlama yapılmadan, koşulsuz ve bedelsiz olarak “saha”nın mevcut lisansı ve mevcut altyapısı ile birlikte NGS’nin söküm sürecinin sonuna kadar Proje Şirketine tahsisi öngörülmüştür. Proje Şirketi, Anlaşmanın 5. maddesinde de belirtildiği gibi, Rus Tarafınca yetkilendirilen şirketlerin doğrudan veya dolaylı olarak başlangıçta % 100 hisse payına sahip olacak şekilde kurulacak olan anonim şirkettir. Anlaşmanın 7. maddesindeki araziler, bu kurulu olmayan Şirkete, diğer bir deyişle, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olan Türk Ulusu dışındaki yabancılara tahsis edilmiş olacaktır. Tahsis, Anlaşmanın 1. maddesindeki tanımıyla Mersin İli sınırları içerisinde Akkuyu’da bulunan “saha” ile sınırlı kalmayacak, yine 7. maddeye göre, Santralin kurulacağı ve Türkiye Devletine ait ilave arazi de Proje Şirketine bedelsiz olarak tahsisi edilecektir. Bununla da yetinilmeyecek, gerekli olursa, Proje Şirketi, ilave arazi için Orman Fonuna gerekli ödeme yapacaktır. Ayrıca yine aynı maddeye göre, Türk Tarafı, Proje Şirketine, Proje ile ilgili olarak ihtiyaç duyulan, özel mülkiyete konu diğer tüm arazilerin kamulaştırılması hususunda kolaylık sağlayacaktır. Böylece, tanımsız ve sınırları belirsiz bir arazi topluluğunun yabancılara tahsisi söz konusu olacaktır.

Bu belirsizlik, Anayasa’nın hukuk devleti ve yasama yetkisi ilkelerinin ihlali niteliğinde olduğu gibi, aynı zamanda Anlaşmada tanımlanan “Akkuyu” alanının niteliği gereği, Anayasa’nın 43. maddesindeki, kıyılardan yararlanma hakkının da ihlali niteliğindedir. Söz konusu alan, kıyılardan yararlanma dışında, Anayasa’nın güvence altına aldığı orman, tarih, kültür ve tabiat varlıkları, tabii servetler ve kaynaklar gibi alanları da kapsamakta ve koruma altına almamaktadır. Kaldı ki, sahanın lisansı 1976 tarihini taşımaktadır ve aradan geçen süre, sahanın ve çevresinin özelliklerinin değişmesine neden olacak uzunluktadır. Lisans koşullarının değişip değişmediği belirlenmeden, yeni lisans alınmadan anlaşma yapılması da hukuk devletinin ihlali anlamına gelir.

Bu konuların, uygun bulma Yasası’nda gözetilmemiş olması, ülke bütünlüğü ve egemenliği ile doğrudan ilgili olduğunda duraksama bulunmayan saha devri işlemi konusunda, yetki devrine yol açacağı gibi yasaların açık, anlaşılabilir ve sınırları belirli kurallar içermesi gereğinin hukuk güvenliğinin gerçeklemesi için ön koşul kabul edildiği hukuk devleti anlayışına da aykırı düşer.

Anayasanın 43. maddesine göre, deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilecektir. Türkiye’nin enerji gereksinmesi ile söz konusu enerjinin elde edilmesi için gereken alanların tahsisi arasında “yararlar dengesi” gözetildiğinde, tahsisin niteliği ve koşulları önem kazanmaktadır. Anlaşma kapsamındaki tahsis, bir alan sınırlamasına tabi tutulmadığı gibi, anayasal güvence altındaki alanlarla ilgili sınırlama ve korumayı da getirmeyerek kamu yararı ilkesini gözetmemiştir. Anlaşmada, Anayasa’nın 56. maddesi de dikkate alınmamış, “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” korunmamıştır. Burada sorun, Anlaşmanın yasa hükmünde olması ve iç hukuk yönünden iki yasa arasındaki çatışma sorunu değil, uygun bulma yasası ile Anayasa arasındaki çatışma sorunudur.

İnsanların ve diğer canlıların sağlıklı yaşamasını sağlayan hava, su, toprak ve doğal varlıklar çevreyi oluşturmaktadır. Anlaşma, çevresel etki değerlendirmesi sorunu çözümlenmeden imzalanmış ve uygun bulma Yasası’nda da bu konuda şerh konulmamıştır. Çevresel etki sorunu, soyut bir kavram olarak görülmüş, sonradan yapılacak değerlendirmenin sonucu her halde olumlu kabul edilerek, olumsuzluk hali gözetilmemiştir.

TBMM Dışişleri Komisyonu’nun 6.7.2010 tarihli raporunda ileri sürülen “Nükleer santrallerin denize kıyısı olan ülkelerin tamamında soğutma suyu gerekliliği nedeniyle genellikle deniz kenarında inşa edildiği, Türkiye gibi yaklaşık 8400 km sahil şeridi olan bir ülkede en fazla 5 km.lik bir alanı etkileyecek bu Projenin Akkuyu’da yapılmasında herhangi bir engel görülmediği” görüşü ise, hukukun nesnellik ve genelliğinin, tüm canlıları, çevre, toprak ve kıyıyı bütün olarak görme gereğinin karşısında, “büyük içinde küçük feda edilebilir” gibi bir yaklaşımı getirmekte ve iyi niyet ilkesiyle de bağdaşmamaktadır.

Anlaşmada, “Elektrik Satın Alma Anlaşması” dönemi ve sonrası da belirsizdir. Nükleer atıkların imhası konusunda da açıklık getirilmemiştir.
NGS’nin, üretilen elektrik dahil olmak üzere sahibi, Proje Şirketi olarak belirlenmiş iken, “nükleer sorumluluk” Anlaşmada gösterilmemiş, yasallık ilkesi ihlal edilmiştir. NGS’nin, nükleer güvenlik ve radyasyon koruması kapsamında lisanslama ve denetimi Anlaşma hükmü yapıldığı halde, Anlaşmanın uygulanmasıyla ilgili olarak Türkiye’nin haklarını koruma yönünde bir kontrol ve denetim sistemine yer verilmemiştir. Proje Şirketinin sahipliği göz önünde bulundurulduğunda, Anlaşma, santral sahasında bir çeşit özel statülü özerk yönetim sistemi getirmektedir ki, bu konu da yasal güvence altına alınmamıştır.

Anayasa’nın 166. maddesindeki planlama anlayışının özü, anayasal ve ülkesel “bütünlük” ilkesine dayanmaktadır. Hukuk devletinin işlevlerinin yaşama geçirilebilmesi için, bireyin ve toplumun ortak ve bütünsel yararı ile birlikte, ülkenin bütünlüğü, güvenliği, coğrafi özellikleri, stratejik konumu ve öncelikleri gözetilmek zorundadır. Lisansı, imzalanan Anlaşmadan yıllar önceye dayanan, daha önce yargı kararıyla ihale iptaline konu olan bir sahada, mevcut lisansa bağlı ve ihalesiz olarak nükleer enerji santrali yapılması, bu konuda yürürlükte olan bir yasanın (5710 sayılı Yasa’nın) yok sayılması, çevresel etki değerlendirmesinin dahi yapılmaması, sahanın birçok hukuksal belirsizlik içinde Proje Şirketine teslimi, toprak, kıyı, çevre ve sağlık konuları birlikte değerlendirildiğinde, belirsizliklerle dolu bir Anlaşmanın uygun bulunmasına ilişkin 6007 sayılı Yasayla, bütüncül planlama anlayışına da uyulmadığı görülmektedir.

Anayasa’nın 90. maddesi gereğince, tüm bu hukuksal sorunların çözüm yeri yasama organıdır. Anayasal güvencenin uygun bulma yasası ile sağlanması, uygun bulma yasasının anayasal bütünlük ilkesi gereği Anayasa’ya aykırılık taşımaması gerekir.

Anlaşma, Mersin Akkuyu Nükleer Sahasında, NGS’nin kurulması ve işletilmesi ile teknoloji transferinden santralin sökümüne kadar uzanan geniş bir alanda, geniş kapsamlı ve belirsiz hükümler içermesine karşın kabul edilmiş ve yasama organınca da uygun görülmüştür. Uygun bulma Yasası, Anayasa’ya aykırılık savıyla Anayasa Mahkemesi’nin önünde Aralık 2010’dan bu yana beklemektedir.

Görüldüğü gibi, kapitalist hukukun ilkeleri yönünden yapılan yüzeysel incelemede bile sorunlarla ve çelişkilerle dolu bir NGS kuruluşu ile karşı karşıyayız. Hukukun, egemen çıkar gruplarına hizmetinde engel ve sınır bulunmadığı, olaya ve zamana göre üzerinde her türlü oynamanın yapılacağı, yeni kuralların çıkarılacağı ve ilkelerin ihlal edileceği bir kez daha gösterilmiştir. Başbakan’ın Anayasa Mahkemesi kararını beklemeden ivedilik genelgesi yayımlaması ise, yargıya saygısızlıktan “benim yargım” anlayışına kadar, nereye çekilirse oraya gider. Anayasa Mahkemesi’nin “çelme takmayan” yargı olarak tanımlanması, egemene istediği gücü vermez mi?

Son sözü, yazımızın girişinde söz ettiğimiz yazısında, “teknolojinin doğasında iyi ya da kötü olan bir şey”in olmadığını, iyilik ya da kötülüğün, “teknolojinin geliştirildiği ve kullanıma sunulduğu süreçleri kendi çıkarları doğrultusunda denetimleri altında tutan egemen güçlerin niyetlerinde” olduğunu söyleyen Sevgili Aykut Göker’e bırakalım: “Egemen güçlerin teknolojiyi kötüye kullanmalarının değil de teknolojinin hedef alınması, herhalde, o güçler için de ehven-i şer” olanıdır.

Ehven-i şeri hissettiren savaşımla da kapitalizmin oyunu bozulmaz.